29 Mayıs 2011 Pazar

Erol Günaydın ile sohbet

İzlemediğim bir film hakkında ahkam kesmek istemem...
Zaten bu yazımda da vizyonda olan “Beyaz Melek” filminin eleştirisini değil, değerli bir ustanın görüşlerini aktarmak istiyorum.
Geçenlerde Erol Günaydın’ın Nişantaşı’ndaki evindeydim.
Epey sohbet etme imkanı buldum.
Değerli oyuncu Erol Günaydın'ı Kocaeli Fuarı’nda yaptığı gösterilerden bu yana yakından takip eden bir kişi olarak görüşlerini her zaman önemserim.
İzmit’i ve İzmitlileri çok yakından tanıması ise birbirimize olan bağlılığı daha da güçlendiriyor.
Örneğin gazeteci büyüğüm Adnan Filiz ile olan dostlukları, Tanju Cılızoğlu ile minik atışmaları beni hep Erol Günaydın'a yakın hissettirmiştir.
Evinin duvarını süsleyen en güzel fotoğraf da İzmitli usta “Cemal Turgay’a” ait.
Sohbet ederken bana soruyor; “Ne yapıyor Cemal.
Konu konuyu, laf lafı açıyor.
Söz dönüp dolaşıp son günlerin tartışmasına geliyor.
Gündemi pek yakından takip edemiyorum ancak son günlerde Erol Günaydın ile Cem Yılmaz arasında kıyasıya bir çekişme var.
Günaydın; “Yahu ben onu söylemek istemedim.
Elbette ki onlarda komedyen, onlarda mizah yapıyor. 

Ama çok daha yüzeysel mizah yapıyorlar. Bizlerin döneminde Aziz Nesin vardı, Nasrettin Hoca vardı. 
Şimdi ne var?
Belden aşağı sohbetler var.
Benim anlatmak istediğim konu buydu. 

Vay efendim sen misin bunu söyleyen...
Günlerdir gazetecilere demeç vermekten yoruldum... 

Cem Yılmaz tabi ki iyi bir oyuncu.
Ama mizah katarken
Aziz Nesin’i, Nasrettin Hoca’yı unutmamalı.
Tek kişilik mizahta en iyisi
Ferhan Şensoy.
Bakın o güzel mizah yapıyor.
Hem güncel konuları işliyor, hem de insanları güldürüyor.
Gerçi bizim dönemimizde siyasilerde mizaha karşı çıkmazdı. 

Süleyman Demirel’in ne mizahlarını yaptık.
Bülent Ecevit’in tikini yıllarca konu ettik.
Şimdiki çocuklar da ne yapacak...
” dedi.
Tesadüf ya o esnada kapı çaldı ve Cumhuriyet Gazetesi’nden muhabir bir arkadaş içeri girdi.
Elinde ses kayıt cihazıyla Erol Günaydın’a “Cem Yılmaz hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusunu yöneltti.
Az önce bana anlattıklarının aynısını tekrar etti ve Cumhuriyet’e demeç verdi.

* * *

Erol Günaydın, inişli, çıkışlı bir hayatıyla hep yüzümüzü güldüren oldu.
O hem usta, hem sanatçı...
Uğur Yücel’in babası rolünü oynadığı “Hırsız Polis” dizisinde harika bir karakteri canlandırmış, hiç konuşmadan derdini harika bir şekilde anlatmıştı.
Şimdi ise vizyonda olan ve son günlerde epey tartışılan “Beyaz Melek” filimde oynuyor.
Sohbetimizde biraz filimden söz ediyor.
Erol Günaydın bakın ne diyor; “Mahsum Kırmızıgül’ü çok seviyorum. Değerli bir sanatçı. 
Bana gelip bu filmi anlattığında çok heyecanlandım.
Gerçekten de çok güzel bir sinema ortaya çıktı. Ben
Mahsum’u Yılmaz Güney’e benzetiyorum.
Yılmaz’da çok efendi ve mantıklı bir arkadaşımdı.
Yılmaz Güney, ne kadar hırçın, ne kadar kavgacı görünse de öyle değildir.
Çok farklı bir sinemacıydı.
Mahsum ile çalışırken kendimi
Yılmaz Güney ile çalışıyormuş gibi hissetim...” dedi.
Erol Günaydın’ın söylediği bu sözler çok önemli.
Bu filmi izlemedim ancak Erol Günaydın’ın bu sözlerinin ardından heyecanlandım.
Artık bu filmi izlemek şart oldu.

* * *

KANSER TEDAVİSİ GÖRÜYOR

Erol Günaydın, bir süre önce kanser ameliyatı olmuş.
Oturduğu yerden pek fazla kalkamıyor!
Ve bu hastalığını da bakın nasıl anlatıyor; “Sormayın! Kanser olmuşum. 
Gidip ameliyat oldum ancak ameliyatı yapan doktor çok iyi yapamadı.
Hala ağrılarım, sızılarım var. Çok acı çektim. 

Kanseri atlatmışım ama artık zor yürüyorum. Karınca adımı atıyorum. Yaşlılık kolay değil.

-    Peki bu günlerde sinema ve tiyatro projeniz yok mu? Sorusunu soruyorum.
Erol Günaydın, eliyle bir dakika işareti yapıyor ve köpeğiyle ilgilenip yanıt veriyor;

-    Var. Sezen Aksu’nun aşk şarkılarından oluşan bir filmde oynadım. Ayrıca Abdullah Şahin Tiyatrosu’nda bir rolüm var. Burada ikinci bölümde tekerlekli sandalyede deliyi oynuyorum. Ohhh... Tam bana göre. Hem ayakta durmuyorum, hem ezberlemem gereken bir konu yok. Delim sadece şapkamı çıkartıyorum. Dedim ya, artık yaşlandım. Bana bu tarzdaki oyunlar çok daha iyi oluyor...

-    Kitap yazmıştınız. Nasıl yazar olmak güzel mi?
Sorumun ardından kahkaha atan Erol Günaydın, TÜYAP Kitap fuarında yaşadıklarını anlatıyor;

-    İş Bankası Yayınları’ndan bir kitap çıkardım. Vallahi çok güzel. Geçenlerde TÜYAP’a gittiğimde eski dostlarımı gördüm. 100’den fazla kitap imzaladım. O kadar güzeldi ki anlatamam. 3. baskı yaptı piyasada kitap kalmamış. Önümüzdeki hafta Bilecik’e gideceğiz yayıncının elinde kitap yok. İnsanlar kitap istiyor bulamıyoruz. Bakalım basacaklarmış yine. Yazar olmak keyif verici. O eski günleri hatırlamak, anmak güzel olmaz mı...

-    Vefalı dostlara size moral oluyor mu?

Vefalı dost mu var evladım! Allah eksik etmesin arayan soran, gelen giden çok fazla ama onlar hep yeni kuşağın sanatçıları, bizim kuşaktan beraber çalıştığımız insanlardan arayan soran hiç yok! Geçenlerde Haldun aradı (Haldun Dormen), telefonda konuştuk. Valla en vefalısı yine Sezen Aksu, bana AKM'de gece yapmışlardı Sezen, Ajda Pekkan'ı da alıp gelmiş beni çok mutlu etti.

-    İsmet Ay'ı özlüyor musun?

Ah o huysuzu özlemez miyim? Bu kadar hasta olmadan önce Şile'ye gittim ziyaret ettim, mezarı başında söylendim, kızdım ona...


* * *

İZMİT DOSTLARI

Erol Günaydın’ın hayatında İzmit çok önemli.
Uzun yıllar Kocaeli Fuarı’nda Nasrettin Hoca’yı oynadı. Biraz İzmit sohbeti ediyoruz bakın Hoca ne diyor;
“İzmit’te gazeteci Adnan Bey vardı. Adnan Filiz. Kendisini çok severim. Harika bir insandır. Kocaeli’ne çok şeyler kattı. Bakın duvarda gördüğünüz fotoğrafı Kocaeli Fuarı’nda İzmitli sanatçı Cemal Turgay çekmişti. Cemal Beyi’de severim. Ama uzun zamandır görüşemedik. İnşallah bir gün geleceğim ve bu dostlarımızla bir arada olacağım...

NOT: Erol Günaydın, Altın Çınar Onur Ödülü almaya gelecek ve hep birlikte olacağız...

Kılıçdaroğlu; "AKP bizden korkuyor"

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile yaptığımız söyleşi ve görüşmenin ardından, tahmin ediyorum ki hemen herkes; "Kocaeli'nde ön seçim yapılacak mı?"sorusunu sorup sormadığımı merak ediyordur.
Ancak seçim üzeri böyle bir konuyu paylaşmayı inanın uygun görmüyorum.
Kendi izlenimimi, ön seçim konusunda Kemal Bey'in düşüncelerini bile yazmama kararı aldım.
Bu konu hakkında ortaya çıkacak bir tartışmanın tarafı olmak, bir gazeteci olarak bana ve mensubu olduğum kuruma uygun düşen bir davranış olmayacağını peşinen söyleyelim.
Çünkü CHP'nin bu seçimlerdeki en gereksiz tartışması "Ön seçim olacak mı, olmayacak mı?" yönünde!kemal_volkan
Diğer partilerin konuşmadığı bu konuyu, ne yazık ki CHP'liler ağzına sakız olmuş vaziyette.
Şimdi gelelim sohbetimizin özüne;
***
SICAK VE SAMİMİ BİR LİDER!
Kemal Kılıçdaroğlu, CHP genel merkezinin 10. katındaki büyük ve geniş bir makam odasında çalışıyor.
Deniz Baykal'dan kalma makam odası şık dizayn edilmiş.
Bu kata giriş oldukça zor.
Asansörün az kişide olan şifresini girmek gerekiyor.
Yürüyerek çıkmak isteyenler 10'uncu katın girişindeki turnikenin açılması için, özel kart okutması şart!.
Sadece genel başkan yardımcılarında olan özel kartlar, genel merkezdeki her kapıyı açılıyor ve güvenlik görevlileri özel kaleme kadar size eşlik ediyor.
Özel Kalem Müdürü Hamret Şafak Erdemiş, Kılıçdaroğlu'nun tüm işlerini koordine ediyor, telefonlarını bağlayıp, randevularını ayarlıyor.
Şu an eli kolu Hamret Hanım!
***
BİZİ İLGİYLE KARŞILADI
Kocaman masada tek başına oturan Kemal Kılıçdaroğlu, biz içeri girer girmez masasından kalkıp çok sıcak ve samimi bir şekilde karşıladı.
"Kocaeli benim hanım köydür..." esprisini patlatıp; "Kocaeli'nin benim için yeri çok başkadır. Bir sürü akrabam var! Abim, yeğenlerim, eşimin akrabaları hepsi Kocaeli'nde yaşıyor..." dedi.
Kemal Bey ile milletvekili olduğu dönemde yaptığım röportajı hatırlatıyorum;
Gülüp; "Hep aynı kalmışsın Volkan kardeşim..." yanıtını alıyorum.
Benim genç olmamdan konu açılıyor ve söz gençliğe geldiğinde Kemal Bey, hemen gençlik üzerine görüşlerini aktarmaya başlıyor;
"Gençler, Türkiye'nin aydınlık geleceğinin güvencesidir.
Türkiye'nin geleceği, onların özgürlüğüne, eğitimine, yaratıcılığına ve vizyonuna bağlıdır.
CHP iktidarında gençler ülkemizde ve dünyada yaşanan gelişmelere seyirci kalmayacak, karar verme süreçlerine bizzat katılacaklardır.
Gençlerin düşünce ve endişelerini sadece gençlikle doğrudan ilgili alanlarda değil, tüm politika ve karar verme alanlarında dikkate alarak, gençlerin görüşlerini, önceliklerini ve arzularını dinleyeceğiz, güçlendireceğiz ve faaliyete geçireceğiz" diyor.
Kemal Bey'in genel başkan olduğu günden bu yana gençlere yönelik çalışmaları bu söylediklerini doğrular nitelikle oluyor.
***
SEÇİM STARTINI ÖRGÜTLERLE VERİYOR
Kemal Kılıçdaroğlu, görüşmemizin ertesi günü Ankara Ahmet Taner Kışlalı Spor Salonu'nda seçim startını verecekti.
Bu toplantı hakkındaki görüşlerini merak ediyordum.
Kemal Bey'e, "CHP ilk kez seçim startını örgütlerle birlikte veriyor. Bu toplantıda neler olacak?" diye sordum, aldığım yanıt ise şu oluyor:
"Evet ilk kez böyle bir toplantı yapmayı uygun gördük.
Burada seçim bildirgesinde yurttaşa vaatlerimiz olacak tabii.
Daha iyi bir geleceği nasıl kuracağımızı yurttaşlara anlatacağız.
'Yoksullukla, işsizlikle mücadelemizi nasıl yapacağız?' onu aktaracağız.
'Hak ve özgürlükleri genişletmekten neyi anlıyoruz?' onu ifade edeceğiz.
'Anayasa değişikliklerinde neyi amaçlıyoruz?' onu söyleyeceğiz.
'Medya nasıl özgür olur?' onu açıklayacağız. Bu toplantıda tüm bunları konuşacağım.
Ve halktan oy isteyeceğiz."
***
ÖN SEÇİM OLACAK MI?
Sohbet ister istemez seçimlere geliyor.
"Bazı illerde önseçim yapacağınızı, bazı illerde ise atama olacağını söylediniz. Bu durum bir çifte standart yaratmıyor mu sizce?" diyorum.
"Yaratmaz. Talep sadece bizim arzumuz değil.
İllerden de gelen bir talep.
Bazı yerler 'önseçim' istiyor.
Bazı yerler 'eğilim yoklaması' talep ediyor.
Bazı yerler de 'merkez yoklaması' diyor.
Biz en fazla milletvekili çıkarabileceğimiz listeleri, her ilin durumunu göre ayrı ayrı değerlendirerek, sonucu parti meclisinin onayına sunacağız. Önemli olan listelerin iyi olması, halkın kabul etmesidir"
***
19 MART'TA GEBZE'DE
Kemal Kılıçdaroğlu, 19 Mart'ta Gebze'de taşeronlaşmaya ilişkin yapacağı mitingi soruyorum.
"Evet o mitingi önemsiyorum" diyor.
Gebze'ye ayrı bir önem verdiği, sohbetimizde anlaşılıyor.
"Darıca toplantısı çok verimli geçti, keyif aldım. Bilgilendim" derken, Adem Turgut, o gazeteyi kendisine takdim ediyor.
Adem Abi'ye dönüp "Güzel yazmışsın"diyor.
Ardından taşeronlaşma konusundaki fikrini soruyorum ve şu yanıtı alıyorum;
"CHP iktidarında taşeron işçiliğe son vereceğiz.
Bütün sendikalar bütün işçiler bunu bilsin.
Bizim bildiğimiz sendikacı işsizin hakkını savunan, işsize iş bulmak için çırpınan sendikacıdır.
İşsizlik fonuna el atıldığında direnen benim parama el atamazsınız diyen sendikacıdır. Haksızlığa direnen, işsizin hakkını sonuna kadar savunan, sadece kendisine değil, işçisine de hesap vermeyi onurlu görev sayan sendikacıdır.
Başbakanı çağır yalakalık yap adına da sendikacı de.
Onun siyasi literatürdeki adı belli sarı sendikacı...
Ama kendi takımlarının işsizliğini çözdüler, hepsinin altlarına 4 çeker aldılar, köşeyi döndüler.
Din iman edebiyatı ile yaptılar bunu.
En temiz duygularımızı sömürdüler.
Din iman edebiyatı ile yola çıkanlar bizim en temel duygularımızı sömürenler kul hakkı yemekten de utanmıyorlar"
****
ANKETLER AKP'Yİ BİRİNCİ GÖSTERİYOR
Ve her seçimin konuşulduğu anketleri soruyorum.
"AKP anketlerde yüzde 50 bandına dayandığını söylüyor. Buna yorumunuz nedir" diyorum.
Kılıçdaroğlu; "Eğer anket sonuçları yüzde 50 ya da 58 ise bize niye saldırıyorlar. Korkuyorlar, halkın iktidarından korkuyorlar, korksunlar geleceğiz.
Halkı CHP ile iktidar yapacağız" yanıtını veriyor.
***
Kocaeli Üniversitesi'nde okuyan 50 bine yakın öğrenci olduğunu hatırlatıyorum ve CHP iktidarının öğrenci politikasını soruyorum.
İşte yanıtı;
"CHP iktidarında öğrenciler eğitimin her seviyesinde ve her aşamasında tam fırsat eşitliğine sahip olacak, bilgi toplumunun tüm unsurlarını etkin şekilde kullanıp uygulayabilecek, burs, yurt ve kredi olanaklarından esnek koşullarda yararlanabileceklerdir. Tüm öğrencilerimizin uluslararası düzeyde yüksek kaliteli eğitimle, kültür, bilim, teknoloji ve zihinsel kapasite ile donatılması en önemli hedefimizdir.
Eğitimde fırsat eşitliğini güçlendireceğiz. Kimse maddi olanaksızlıklardan dolayı öğretimin hiçbir aşamasında eğitim hakkından mahrum olmayacak.
Ekonomik nedenler dolayısıyla öğrenimini terk etmek zorunda kalan gençlere ve özellikle genç kızlara, öğrenimlerine geri dönmeleri için destek sağlayacağız.
Özel dershane ve kurslara olan bağımlılığı etkin bir şekilde kıracağız. Üniversite sınavı başta olmak üzere, eğitimin çeşitli kademelerinde uygulanan sınav sistemlerini gözden geçirerek, bunların öğrencileri en verimli çağlarında hayattan koparmamasını sağlayacağız.
Öğrencilerimizi ezberci öğrenme yöntemi ve sınavlara yüklenen eğitim sisteminden kurtaracağız.
İçinde bulunduğumuz bilgi ekonomisi çağında, öğrencilerin bilişim teknolojilerine erişimine özel önem vereceğiz. Her evde internet erişimi ve bilgisayar olmasını sağlayacağız.
Türkiye'yi Çin ve İran gibi ülkeler seviyesine gerileten internet ortamındaki sansürleri kaldırarak, Türkiye'deki genç nüfusun gelişmiş ülkelerdeki gençlerle aynı düzeyde bilgiye erişmesini sağlayacağız.
Günümüz dünyasında büyük öneme sahip olan yaşam boyu öğrenme, yaygın eğitim, uzaktan öğrenme ve elektronik öğrenme sistemlerini yaygınlaştıracağız."
****
Kemal Kılıçdaroğlu'nun seçim söylemlerinden bize anlattığı satır başlarını sizlerle paylaşmak istiyorum.
Gelin birlikte okuyalım;
ESNAF: Esnaf ve sanatkârlarımız, özellikle işletme sayılarının çokluğu, ülke çapında istihdama sağladıkları büyük katkı, bölgesel sosyo-ekonomik dengelerin kurulması ve üretimde azımsanmayacak bir paya sahip olmaları nedeniyle, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de ekonomik ve sosyal yönlerden büyük önem taşımaktadır.
Esnaf ve sanatkarlarımız, ekonomik ve sosyal yapımızın istikrar unsuru, toplumumuzun orta direğidir.
Anayasamız devletin esnaf ve sanatkarları koruyup desteklemesini öngörmektedir.
CHP bunun gereğini eksiksiz olarak yerine getirecektir.
***
Kadınlarla ilgili bakış açınız nedir. Bu dönem listede kadın ağırlığı olacak mı? Sorusuna karşılık Kemal Bey'den uzun bir yanıt alıyorum.
"Tabi olacak! Kadınlara yönelik farkımızı bu seçimlerde göreceksiniz" diyor ve ardından CHP'nin yeni dönemdeki kadın politikasını enine boyuna anlatıyor. İşte yanıtı;
KADIN: Kadınlara iş kurma kredisi ve pazarlama desteklerini artıracak, kendi hesabına çalışan girişimci kadınların kredi olanaklarını genişleteceğiz.
Kamu yönetiminde ve siyasette, karar verme mekanizmalarında kadın oranını yükseltecek, üyelerimizi yerel ve genel seçimlerde aday olmaya özendireceğiz.
Kadınların özellikle yargı, idare, ekonomi yönetimi ile iç ve dış siyaset alanlarında daha etkin olabilmelerine özel önem vereceğiz.
Meclis bünyesindeki Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu'nu yapısını gözden geçirecek, fırsat eşitliğine ilaveten sonuç eşitliğini de öngörecek şekilde yeniden yapılandıracağız.
Yerel yönetimleri kadınların toplumsal ve ekonomik yaşama katılımlarını sağlayıcı, statülerini yükseltici ve kadın erkek eşitliğini güçlendirici hale getireceğiz. Bu kapsamda yerel eşitlik komisyonları oluşturacak, Yerel Eşitlik Eylem Planları hazırlayıp uygulamaya sokacağız.
****
Kemal Bey ile yaptığımız görüşmenin diğer önemli notlarını Adem Turgut'un hazırladığı haberde okursunuz.
Genel anlamdaki izlenimlerimi paylaşmak gerekirse kentimizin, partinin üst yönetiminde ve Parti Meclisi'nde kentimizin ağırlığı hissedilir derecede.
Kemal Bey'de bu yüzden Kocaeli'ni ayrı bir yere koyduğu apaçık ortada.
Tabi bu ağırlığın getirdiği ayrışma ve görüş ayrılıkları da yok değil.
Örneğin Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Hurşit Güneş ile İzzet Çetin'in ayrı dünyaların insanı olduğunu tartışmaya gerek bile yok.
Kılıçdaroğlu'nun 19 Mart'ta Gebze'de yapılacak mitingi de ciddi mana da önemsediği her halinden belli oluyor.
Bu konudaki hazırlıkları yürüten genel başkan yardımcısı İzzet Çetin'e güveni ise tam!
İzzet Çetin, miting için yoğun bir çalışma yürütüyor.
STK'lar ile toplantılar yapıyor, özel görüşmeler, basına demeçler ile bu mitingin çok iyi olması için yoğun gayret sarf ediyor.
Artık her şey adayların belirlenmesinde, kavgasız, iç çekişmeden uzak, ciddi bir alan çalışmasıyla CHP'nin seçimlere girmesine bağlı.
Keşke örgütlerde Kemal Bey kadar çalışsa, halka dönük alan çalışmaları yapsa.
Ne yazık ki bunu ben göremiyorum...

Üç isme Kuran Kursu açılımını sordum...

Türkiye hala Sefa Sirmen’in ortaya attığı “Her mahalleye Kur’an Kursu” açılımını tartışıyor!
Bir çok insan bu konuda yazı yazıyor, televizyona çıkıp yorum yapıyor.
Başbakan Erdoğan’ın ana gündem konusu da  Sirmen’in ortaya attığı bu açılım.
*****
Hala tartışılan bu konuyu bende Türkiye’nin üç önemli ismine 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e, gazeteci Ahmet Hakan ve gazeteci Mustafa Mutlu’ya sordum!
Öyle üç isim seçmişim ki, hep birbirinden farklı düşünüyor.
İlk olarak 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i telefonla aradım!
“Nasıl değerlendiriyorsunuz?” dediğimde; “Bu konuda yorum yapmak istemiyorum…” yanıtı aldım.
Her olaya mutlaka söyleyecek sözü olan Süleyman Demirel’in, Kur’an Kursu açılımına yorum yapmaması bir hayli ilginç geldi bana!
Demirel;Gazetelerin genel yayın yönetmenleri ve yazarları bu konuda görüşümü almak için sürekli arıyorlar. Fakat ben yorum yapmak istemiyorum. Çünkü bu CHP’nin meselesidir…” diyor.
Demirel’e telefonu bağlamadan önce doktoru Aylin Hanım, beni uyarmış; “Cumhurbaşkanım bu konu hakkında demeç vermiyor, belki sana bir şeyler söyler şansını deme…” demişti.
Ama bana da bir şey söylemedi.
****
Demirel ile küçük sohbet yaptıktan sonra Vatan Gazetesi yazarı sayın Mustafa Mutlu’yu aradım.
Mutlu, gerek yazılarıyla, gerek yaşama bakışı, gazetecilikteki duruşuyla çok farklı bir isim!
Sefa Sirmen’in bu açılımını da çok ciddi boyutta eleştiriyor.
Mutlu; “Bu olay kesinlikle seçim yatırımıdır…” dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyor; “Eğer samimi olsalardı seçime çeyrek kala değil, parti politikası haline gelir kamuoyuna açıklarlardı.
Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkan adayı Sefa Sirmen’in  geliştirdiği teori, birden bire parti politikası haline dönüşüyor ve partinin hiçbir organının haberi olmadan kamuoyu ile bu durum paylaşılıyor.
Bu bir skandaldır!
Oy getireceğini düşünmüyorum.  
Halkevleri yapılabilinir.
Ama Kur’an Kursu açmaya bir belediye başkanı tek başına karar vermemelidir.
Dinimizi doğru öğrenmek isteyen çocuklarımıza saygı duyarım. Seçime çeyrek kala bana bu açılımı sorarsanız kesinlikle “siyasi yatırım” olarak yorumlar ve desteklemem!”
****
 Son olarak Hürriyet Gazetesi yazarı Ahmet Hakan’ı aradım.
Sevgili Ahmet Hakan, çok farklı düşünüyor ve açık-açık “CHP’yi destekliyorum” yanıtını veriyor.
Gelin şimdi de Ahmet Hakan’ı dinleyelim;
Tek-tek;  Kuran Kursu, çarşaf açılımı gibi özel değerlendirmeler ve kategorizeler yapmak yerine genel olarak baktığımızda CHP’nin bu çabasını destekliyorum.
Türkiye’deki kutuplaşmayı yok edebilir!
Kendini dindar hissedenlerin bir partisi olmadığını düşündüğümüzde, o insanların değişik ve farklı partiye oy vermesi için katkı sunacağını kanaatindeyim.
Tüm bunlar normalleşmeye neden olur.
Altını çok iyi doldurmadıkları bir gerçek, çok iyi izah edemiyorlar.
Kamuoyunda çok fazla seçim yatırımıymış gibi algılanıyor.
Ama bir yandan da genel resme bakmak lazım.
Bu yönelimin iyi bir yönelim!
 Bana göre 2 ay sonra yapılacak seçimde halkın direk oy yağdıracağını sanmıyorum.
Ama bunlar bir ortam yaratır ve moralleri yükseltir,  normalleşmeye katkı sunar.
 Bu seçimde olmasa bile, bir sonraki seçimde farkı bir netice çıkabilir.
Ben CHP’nin bu hamlesini sonuna kadar destekliyorum.”
****
Dün; Müjde Ar’ı, Reha Muhtar’ı ve Emin Çölaşan’ı da aradım.
Emin Abi evde yoktu konuşamadık!
Reha Muhtar ise toplantıdaydı sonra yeniden telefonlaşacağız.
Müjde Ar’da kuaförde o güzel saçlarını yaptırıyordu galiba…
Neyse Kur’an Kursu tartışması epey sürecek, bizlerde epey yazılar yazacağız gibi görünüyor.

Bir şehir ve bir kaç aydın insan...

Hayatın insanları nerde, ne zaman ve hangi koşullarda birleştireceğini tahmin bile edemezsin!
Kimisi sağcıdır, kimisi solcu…
Bazılarının dünya görüşü farklıdır; yani daha eğlenmeyi sever, daha çok gezmeyi…
Bazıları ise kapalı bir hayatı vardır.
Ev ve iş arasında gider-gelir.
Kimisi çok güler…
Bazıları ise hiç güler…
Ama insan her koşulda insandır.
Yani anlatmak istediğim, ne olursak olalım, insanlığımızı kaybetmeden yaşamalıyız.
Ve kalbinde hala “insan olduğunu” unutmayanları da kamuoyu ile mutlaka ve mutlaka paylaşmalıyız.
“İşte bak bu insan öyle biridir…” demeliyiz.
*****
Size bu satırları yazarken, güzel memleketimden bir yıldız daha kaydı…
Minicik yüreği olan bir “Kınalı Kuzu” edebi dünyanın uçsuz bucaksız diyarlarına göç etti!
Hem de onurluca, yiğitçe, kahramanca, savaşarak, korkmadan, güzel vatanı için mücadele ederek şehit oldu!
Birazdan adını yazacağım insanları ise o  “Kınalı Kuzu” buluşturdu.
Acıda, hüzünde ve “yeter son bulsun…”dileklerinde.
Kandıralı Oğuz Kır, yaşamla mücadelesini kaybetti…
Oğuz Kır, bu dünyadaki mücadelesini kaybetti ancak insanların içindeki o birleşme duygularını yeniden fitilledi.
*****
Oğuz Kır’ın ölümüyle birlikte bu kenttin aydınlık insanları bir araya geldi.
Kimisi avukat, kimisi doktor, kimisi iş adamı, bazıları gazeteci…
Oğuz’un ardında bıraktıklarına “destek” olmak, güç vermek, acılarını hafifletmek için!
Aydın olmak kolay değil dostlar…
Aydın olmak okumak, zengin olmak, çok gezmek, çok iyi yemekler yemek ya da Atatürkçülüğün arkasına sığınmak, gizlenmek değil.
Aydın olmak, gerçekten topluma aydın olduğunu göstermektir.
Oğuz’un ölümüyle bu kentte bunu başaranlar var.
Bu acıyı hafifletenler…
Annesinin gözünün yaşını silip, babasının sırtını sıvazlayanlar var.
Ben bugün bu dostlara teşekkür ediyorum.
Banu Yılmaz’a, Hüseyin Acurman’a, İbrahim Keleş’e, Başak Tüysüz Tungaz’a, Bülent Tungaz’a, Salih Aksu’ya ve Ahsen Okyar’a teşekkür ediyorum.
Onlar Oğuz’un manevi dünyalarına girdiler, acılı ailenin acısına ortak oldular.
Toplum arasında uçurum olmadığını gösterdiler.
****
Ve Oğuz Kır…!
Daha minicik yaşta kara toprakla tanıştı.
Kim bilir ne hayalleri, ne umutları, hüzünleri vardı…
Gizli gizli kim bilir kimler için gözyaşı akıttı.
Hangi acılara göğüs gerdi.
Ah yaşasaydı da şimdi onları anlatıyor olsaydı keşke…
Evet keşke.

İşte benim dünyam...

Dünyanın en güzel varlıklarından hayvanlar…
Hepsini ama hepsini çok seviyorum.
Evde dünya güzeli bir kedim ve yaramaz-yaramaz bir köpeğim var.
Annem eve hayvan sokmayanlar grubundan olduğu için mecburen bende ayrı bir ev tutup hayatımı onlarla sürdürmek durumunda kaldım.
Kedimin adı ALF!
Şu günlerde hamile ve tüm enerjimizi ALF’i mutlu olması için harcıyoruz.
Çok sevimli, akıllı, kar beyaz bir İran kedisi!
Eve girer girmez hemen kafasını kapıdan dışarı çıkarır ve “Hoş geldiniz” der.
Sabah işe giderken de beni uğurlar.
Kışın ayağımın dibinde, yazın ise yatağımın ucunda uyur!
Çok ama çok temizdir.
****
Köpeğim Alman Çoban, halk arasında ona “Kurt Köpeği” deniyor.
Daha 3,5 aylık.
Ama inanılmaz güzel bir köpek!
Çok yaramaz ama bi o kadar da akıllı!
Çok küçük olmasına rağmen verdiğim tüm eğitimleri aldı (Maşallah!)
Tatile çıkmasını özellikle Ege-Akdeniz’i çok ama çok seviyor.
Üstelik tatile gittiğimiz zaman hiç mi hiç şımarmıyor.
Denize girip, Ölü Deniz’deki ördekleri kovalamak ise en sevdiği oyun!
Unutmadan söyleyeyim; köpeğimin adı “Şahika” bu ismi ona Salih Amcası koydu.
Ama biz ona kısaca “Şaki” diyoruz.
Anne ve babası dünya şampiyonası üstelik 3 dil biliyor.
Şaki ise şimdilik “Türkçe” ile idare ediyor.
Alf ablası ile arası ise hiç ama hiç iyi değil.
Evin içinde tam bir kedi-köpek çekişmesi var.
Ben ise ikisinin arasında kalmış durumdayım.
****
Hayvanların dünyasına mutlaka girmelisiniz.
Çok ama çok farklılar…
Onlarla uğraşmak, koşmak, eğitmek inanılmaz bir zevk.
Sizin mutluluğunuzu anlıyor, üzüntünüzü paylaşıp, acı-tatlı da hep yanınızda oluyor.
Bir de iki ayaklı hayvanlar var!
Onların dünyası ise kanalizasyon çukuru kadar berbat ve pis…
O yüzden siz gerçek hayvanların dünyasına girin ve onlardan asla vazgeçmeyin.

Gazeteciliğin ve orospuluğun onurunu kurtarmak lazım!

Yazar Hulki Aktunç, “Küfür kalın kafalılığın, argo ince zekanın ürünüdür…” diyor.
Kesinlikle çok önemli bir tespit.
Çünkü günlük hayatımızda, küfür ile argonun farklılığını anlayamayan bir çok insan var.
Türk Dil Kurumu’nun Türkçe sözlüğünden faydalandığımızda; Küfür için; “ Sövme, sövmek için söylenen söz, sövgü” açıklaması yer alırken, ‘Argo’ için ise; “Kullanılan ortak dilden ayrı olarak aynı meslek veya topluluktaki insanların kullandığı özel dil veya söz dağarcığı, jargon” deniyor.
O yüzden bu yazının başlığına bakıp “Neden böyle küfürlü bir yazı yazmış?” demeyin.
Böyle düşünmek komik olur!
Çünkü “Orospu” küfür değil, özlük anlamı olan “Argo” kelimedir.
Nedir “Orospu”
“1. Hayat kadını. 2. mec. Kolay elde edilen, düşük ahlaklı kadın
Yani daha açık yazmak gerekirse; “a. Para karşılığında erkeklerin cinsel zevklerine hizmet eden ve bu işi meslek edinen kadın, fahişe, orospu, orta malı,sürtük, kaldırım süpürgesi, kaldırım yosması.”

*****

Eğer “Orospuluk” bir meslekse, bu mesleğinde bir onuru, kanunu, icra edenlerin uyması gereken toplumsal kuralı vardır.
Hatta yemini…!
Kaldı ki, bu mesleği icra eden kadınlar her zaman harbi, samimi, yürekli ve cesur olmuşlardır.
Bazıları zevki için bu mesleği terci ederken, bazıları da kader rüzgarına kapılarak kendini bu işin içinde bulmuştur.
Ama birde orospu geçinenler var.
İşte onlar çok tehlikelidir.
Kural, mural tanımazlar.
Boyları kadar çocukları olmasını bile umursamazlar.

*****

Son yıllarda bizim mesleğimizde yani gazetecilikte feci şekilde orospu geçinenler türedi.
Türeyen bu tipler bana göre gazeteci değil, sadece gazeteci geçinen zavallılardır.
Bu zavallılar yaptıklarını unutmak mümkün mü?
Onlar ki, kendisine ekmek veren bir medya patronu hakkında atıp tuttular, boyundan büyük işlere kalkışıp düşman bellediler.
Kendilerine göre okunmayan gazetelerinde yazılar yazdılar, iftiralar attılar.
Yedikleri kaba ettiler…
Onlar ki, medya kurumları kurdular, daha sonra hırsları yüzünden sürdüremediler.
Borç batağı içinde yok oldular.
Bu meslek içinde aynen çocukların oynadığı topaç gibi fır bir sağa, fır sola döndüler.
Çeşitli gazetelere gidip, huzur bozdular, insanları işinden edip ah aldılar.
Ve şimdi sürünüyorlar…
****

Gazetecilik körün, topalın, arsızın, namuzsuzun, vefasızın yapacağı iş değildir.
Bu mesleğin bir onuru ve gururu vardır.
Ayaklar altına almak doğru değildir.
Toplum onları siler atar.
Onlarda ortalık malı gibi, bir gün o kurumda, bir gün bu kurumda, kucaktan kucağa gezer, her kalktıkları kucaktan sonra kirlenen bedenlerini peçeteyle silip temizler, hiçbir şey yokmuş gibi günlük yaşamlarına devam ederler.
Kendinden büyük duayen gazetecilere saygı göstermez, odalarını işgal edip ahtı vefanın içine ederler…
Peki bu tipler yarın doğurdukları çocuklarının yüzüne nasıl bakacaklar?
Ama suç onlarda değil, bu tiplere kucak açanlardadır.
Karaköy’de onlara “Pezevenk” derler.
Sözlükteki anlamı ise; “Dümbük, kavat, godoştur”
Bu godoşlar, hırsız, dolandırıcı, ahlaksızdırlar.
Körden, topaldan medet uman, ölü soyucudurlar.
Tescilli dolandırıcı, ar damarı çatlamış, utanmadan gazete köşelerinde insanlara “ahlak” dersi veren deyyuzdurlar.*
Biz onların varlığını biliriz, ama yok sayar güler geçeriz.

****
Sevgili okurlarım,
Uzun zamandır yoğunluktan yazı yazamıyordum.
Ancak son dönemde gazeteliğin böylesine kötüye gittiğini görünce ve duyunca dayanamadım bu yazıyı kaleme aldım.
Lütfen bunu 18 yaşından küçüklere okutmayın.
“Hayır… hayır…”
Yazıda argoların çok olmasından dolayı değil, sadece gazetecilik mesleğinin böylesine kirlendiğini bilmemeleri için…
Vefasızlığın, ahlaksızlığın, saygısızlığın, kol gezdiği bu mesleği yanlış tanımamaları için.
Gün gelecek onlarda yok olup gidecek.
Ve 18 yaşından küçükler daha güzel yazılarla bu mesleği öğrenecekler.
(*Deyyuz “İffetsize göz yuman”)

Galip Ataman gerçeği...

Bugün sizlerle farklı bir konuyu tartışmak istiyorum!
Hadi gelin bugün Galip Ataman'ı tartışalım...
Kimimizin sevdiği, bir çoğumuzun eleştirdiği, hatta hakkında çıkan bir çok iddia üzerine yorumların yapıldığı bir isim...
Usta bir gazeteci...
Aynı zamanda üniversitede hoca!

* * *

Peki neden insanlar sürekli Galip Ataman'a kızıyor, olumlu ya da olumsuz tepkiler veriyor?
Yazdığı yazıda birinin nasırına bastığı zaman Galip Bey hakkında “Büyükşehir'den para alıyor, başkan ona ev hediye etti...” gibi kötü iddialar ortaya atılıyor?
Yoksa “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz mı?
Ya da “Çamur at izi kalsın mı?”

* * *

Galip Ataman, konusunun bir de sosyolojik açıdan değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum.
Uzun yıllar birlikte çalıştık...
Çok güzel anılarımız var.
Kendisini eleştirdiğim, ters düştüğümüz, birbirimizin hakkında yazılar yazdığımız dönemler oldu.
O yüzden çok iyi bilirim ki, güzel kentimizde insanların büyük kısmı; Galip Bey'in yüzüne gülüp arkasından konuşmayı terci ediyor.
Bu durum; “İki yüzlülüğü çok seviyor” olmamızdan kaynaklanıyor olsa gerek...
Doğru ve ilkeli insan tanımının en başlıca kuralı, insanın yüzüne karşı konuşa bilmektir...
Aynen erdemli bir gazetecinin doğruları köşesinde açık-açık yazması, yazdığının arkasında “kale” gibi durması gibi bir şeydir bu...

* * *

Yani Galip Bey'i eleştirirken ayna da kendimize uzun uzuna bakmalı ve “Ey Allah'ın kulu, sen Galip'in yüzüne bunları kaç kere söyledin...!” diye bilmelidir.
İşte biz bunu yaptık!
Usta gazeteciyi karşımıza aldık ve toplumda insanların kulaktan kulağa konuştuğu konuları, yüzüne karşı sorduk...
Çarşı Gazetesi ve Haber 262 için arkadaşım, Galip Ataman ile harika bir röportaj yaptı ve kendisine “Siz gerçekten AKP'li Kocaeli Büyükşehir Belediyesi'ni para karşılığında övüyor musunuz?” dedi.
Kırmızı Kocaeli Gazetesi'nden yıllar önce çok kötü ayrılmanıza rağmen, neden hala orada çalıştığını, kentimizdeki gazete patronlarının “Pazartesi Mektubu” köşesine bakış açısını öğrendi.
Galip Bey ile enine boyuna harika bir röportaj yaptı.
Perşembe günü Hürriyet Gazetesi ile dağıtılacak Çarşı Gazetesi'nde röportajın bir kısmı yer alıyor.
Röportajın tam metni ise yine Perşembe günü Haber 262'de olacak.
Bu röportajı ayrıca görüntülü olarak da izleye bileceksiniz...

* * *

Sonuç olarak şunun altını kalınca çizeyim ki, bu kentte sevin ya da sevmeyin, okuyun ya da okumayın bir Galip Ataman gerçeği var.
İstediğiniz kadar geçmişini didikleseniz de, ortaya iddialar atsanız da, hiçbir şey Galip Ataman'ın gazeteci kimliğinin önüne geçemez...
Kent olarak hala Galip Ataman'ın yaptığı haberleri tartışıyorsak, hatta ona kızıyor tepki gösteriyorsak bu Galip Hoca'nın var olduğunun bir göstergesidir.
Tahmin ediyorum ki, çalıştığı gazetede sabah gündem toplantılarında manşet sıkıntısı yaşandığı zaman, Galip Hoca'nın gözünün içine bakan birileri var, aynen geçmişte çalıştığı yerlerde olduğu gibi!
Sevgilerimle...

Gazanfer Bilge

Gazanfer Bilge’yi en iyi 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Çankaya Köşkü’ndeki bir törende tarif etmiş ve orada Bilge’nin kolundan tutarak; “Türkiye’nin adını dünyaya kazıdı, kendi adını da hayır işlerine...” demiş ve ödülünü vermişti.
Bu törende Gazanfer Bilge’nin fotoğraflarını çeken muhabir ise bendim...
Ödülü almak beklerken çok heyecanlı olduğu belliydi.
Kürsüye çıkmadan önce yanıma gelerek; “Aman evlat, iyi kare yakala...” demişti.
Çektiğim o fotoğrafı kendisine gönderdikten sonra beni Karamürsel’e çağırmış ve “Dile benden ne dilersen...” dediğinde bende iyi bir şapka koleksiyoncusu olarak; “Bana şu şapkanızı verir misiniz? Koleksiyonuma koymak istiyorum...” deyince şaşırmış ve “Al evladım al senin olsun...” yanıtını vermişti.

* * *

Abim Sezgin Yüksel’in Başpehlivan olmasından dolayı çocukluğumdan buyana Gazanfer Bilge’yi yakından tanırım...
Gazeteci olduktan sonra diyalogumuz çok daha gelişti.
Bir süre neredeyse her hafta görüşür olduk.
Her yıl Edirne’de rahmetli Mehmet Tören ve ben Gazanfer Bilge ile buluşur, klasik Edirne Yağlı Güreş Röportajımızı yaparken, hem yemek yer, hem de sohbet ederdik.
Bu buluşma daha sonra tüm gazetecileri de içine alan geleneksel “Gazanfer Bilge Yemeği” oldu.
Gazanfer Amca, İzmit’te sadece Faruk Emil’in sahibi olduğu Saray Lokantası’nda yemek yerdi.
Gelmeden önce mutlaka beni arar, en güzel yerden rezervasyonunu yaptırırdı.

* * *

Kendini hayır işlerine adamıştı.
Okullar, yurtlar, kimsesiz çocuklara yaptığı işlerle adını Türkiye’ye kazıdı.
Kocaeli Üniversitesi’ni ve eski rektör Prof. Dr. Baki Komsuoğlu’nu ise çok severdi.
Ne zaman yanına gitsem bana “Baki Hoca” ile çekilmiş fotoğrafını gösterir; “Bu hoca çok değerli bir insan...” derdi.
Kaldı ki, bende Gazanfer Amca’nın çok rahatsız olduğunu ilk Baki Bey’den öğrenmiştim!

* * *

Gazanfer Bilge ile en son yüz yüze görüşmemiz, Kocaeli Valisi Gökhan Sözer’in ev sahipliğindeki Cumhuriyet Balosu’nda oldu.
Bu baloda Gazanfer Bilge yanım gelerek; “Yahu ben paşayla tanışmadım. Beni tanıştırır mısın?” dedi. O meşhur Türk Bayraklı şapkalarını paşalara hediye edecekti.
Elinden tutup ilk önce Donanma Komutanı, ardından da İzmit Garnizon Komutanı ile tanıştırdım.
Bu görüşme son görüşmemizdi.

* * *

Ve şimdi Gazanfer Bilge ölümsüzlüğe doğru yürüyor...
Onun tabutunu ise kendisini adadığı öğrencileri taşıyacak.
Hem de onurluca, yiğitçe...

Kin, öfke ve nefret...

Önde kara çarşaflı kızlar ve kadınlar, arkada çember sakallı “Tekbir” çeken adamlar...
Kin, öfke ve nefretle yürüyorlar...
Acaba amaçları gerçekten “Özgürlük mü?” yoksa, kutuplaşma yaratmak ve ülkeyi bölmek mi?
Kocaeli ofisinde otururken, dışarıdan garip sesler geliyordu.
Kafamı camdan uzatıp baktığımda, kap kara çarşafa bürünmüş, yüzlerine güneşin güzelliğinden saklayıp, sadece gözleri ve burunları gözükenlerin çoğunlukta olduğu bir grup yürüyordu!
Ortaya çıkan fotoğraf çok garipti!
Sanki burası Büyük Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti değildi...
Laik...
Demokratik...
Çağdaş görüntüden eser yoktu.
İran’ın bir kentindeki kadınlar yürüyor gibiydi...
Ürkütücü ve korkunç bir görüntü vardı.

* * *

Eylemcilerin hepsinin seçmece oldukları ap açık belliydi.
Hani o 28 Şubat öncesindeki karanlık günlerde olduğu gibi, kin ve nefretle yürüdükleri de ortadaydı.
Bunların amaçları ne olabilir ki?
Gerçekten özgürlük mü?
Yoksa laikliği yok etmek, Atatürk Türkiye’sindeki çağdaş Türk kadını modelini ortadan kaldırmak mı?

* * *

Hala sisteme karşı, anayasaya ve yasalara karşı direnen insanlar var.
Hala sadece “türban” için okul okumayan, hayatın rengini fark edemeyen genç kızlar var.
Böyle düşünen herkesi Muazzez İlmiye Çığ okumaya davet ediyorum.
Türban ve gerçekleri lütfen bir de değerli tarihçi yazar Muazzez İlmiye Çığ’ın kaleminden okuyun.
Neyi savunduğunuzu belki o zaman öğrenirsiniz...

Sorun benim ön yargılarım mı?

Erol Günaydın ile evinde yaptığım bir sohbette; “Mahsun Kırmızıgül’ü Yılmaz Güney’e benzetiyorum...” dediğinde garipsemiş ve “Yapma hocam, Mahsun kim? Yılmaz Güney kim?” demiştim.
Beyaz Melek Filmi’nde birlikte oynadıkları için daha yakından tanıdığını ve bu görüşünü tecrübelerine güvenerek söylediğini de sözlerine eklemişti...

* * *

Her ne kadar sinema eleştirmenleri ve otoriteleri Beyaz Melek’i tasvip etmeseler de, ben beğendiğimi saklamak istemiyorum.
Film Türkiye’nin çok önemli bir gerçeğini yansıttığı ap açık ortada...
Kaldı ki filmi izledikten sonra Mahsun Kırmızıgül’ün hakkındaki düşüncelerim ciddi öldü de değişti.
Sanki o bizim bildiğimiz “arabesk” tavırlarından uzaklaşmış, biraz da olsa siyaset katarak güzel bir film ortaya çıkarmıştı.
Kaldı ki ilk filmiydi...
Bu tarzdaki girişimlere saygı duymamız gerektiğine inanan bir kişiyimdir!

* * *

Geçenlerde İstanbul’da birkaç arkadaşla birlikte tiyatrocu Yasemin Alkaya’nın işlettiği “5. Kat Kafe’de” Mahsun Kırmızıgül ile karşılaştık.
Televizyon konusunda özürlü olan “ben”, Yasemin Alkaya’nın kim olduğunu ilk kez o gün yazar arkadaşım Ayşe Burcu’dan öğrendim.
Aynı zamanda Cihangir’de kafe işleten Alkaya’nın çok iyi bir oyuncu olduğunu öğrendiğimde utançtan masanın altına girdim.
Hatta filmleri dahi varmış!
O gece içtiğim viskinin tadını bile o utanç ile alamadım.
Mahsun Kırmızıgül’de Yasemin Alkaya’nın davetlisi olarak birkaç arkadaşıyla birlikte aynı mekandaydı.
Masalar öylesine iç içe girmişti ki, Mahsun Kırmızıgül ve Yasemin Alkaya’yı tanıma fırsatı bu ortamda kendiliğinden doğdu.
Hayatım boyunca hiçbir şarkısını dinlemediğim bir insanı tanıdıkça ön yargılarım azaldı.
Filmine giderken dahi “of puf” eden “ben” gecenin sonunda arkadaşlara dönüp; “Ya ben Mahsum Kırmızıgül’ün bu kadar nitelikli ve vizyonlu olduğunu tahmin etmiyordum...” dedim.
Mahsum, konuşurken hem Erol Günaydın’ın görüşleri hem de Amerikalı bir dostumun bana sürekli söylediği “Sen tam bir Türk gibi davranıyorsun!” sözleri aklıma geldi.
Zaman-zaman hepimizin yaptığı en büyük yanlış, insanları tanımadan, iç dünyalarını bilmeden yanlış düşüncelere kapılmak!
Mahsun Kırmızıgül, benim dünyam da Yılmaz Güney olamasa bile kesinlikle “arabesk” olmadığı kesinleşti...
Ancak madalyonun bir diğer yüzü var ki, bu insanların kendilerini kamuoyuna nasıl yansıttığıyla ilgili...
Belki de sorun benim ön yargımda değil, ortaya çıkan fotoğrafta...

İlhan Selçuk'u gözaltına aldılar

İlhan Selçuk’u gözaltına almışlar.
Sanki büyük bir marifetmiş gibi sabaha karşı, karga tulumba emniyete götürmüşler.
Olayın duyurulmasının ardından ilk açıklamayı Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi yaptı; Özellikle İlhan Selçuk'un gözaltına alınma şeklini de eleştiren Ekşi, “Birileri sanki bundan haz duyarmış gibi. Bakarsınız eli kanlı birine gayet iyi davranırlar. Bizim tarihimiz bu tür uygulamalarla dolu. Ayıptır, yapana da ayıptır, yaptırana da ayıptır. Bu tür işlemlerden polisin kazancı yoktur. Devlet yıpranır” dedi.
İlhan Selçuk’un avukatı Fikret İkiz’de açıklama yaptı. Selçuk’un sabaha karşı gözaltına alınmasını değerlendiren İkiz, Selçuk’un sabaha karşı gözaltına alınmasını ise görevlilerin bir takdiri olarak değerlendirdi. İkiz, “Ama bu takdir hakkının kullanılmasında hukuka aykırılık söz konusu olursa ve bu bir hak ihlali niteliğinde değerlendirilirse kuşkusuz biz de haklarımızı korumak anlamından sorumluluğumuz yerine getiririz” diye konuştu.

* * *

Türkiye takılmış bir tarikat peşine, ucu görülmeyen bir karanlığa doğru ilerliyor. Cumhuriyet’in aydınlık insanları yazdıklarından dolayı, hükümsüzce yargılanıyor.
AKP’nin hedefi neden İlhan Selçuk?
Çünkü gerçekleri yazıyor.
Korkusuzca, yiğitçe, cesurca hiç tereddüt etmeden Türkiye’nin karanlığa sürüklendiğini dile getiriyor.
Hadi dostlar...

Hadi arkadaşlar...
Cumhuriyet’e inanan ve gönül vermiş insanlar.
İlhan Selçuk’un gözaltına alınmasına tepkimizi bugünkü Cumhuriyet Gazetesi’ni satın alarak tepkimizi gösterelim...
Bugün bayilerde tek bir Cumhuriyet Gazetesi bırakmayalım...
Ülkenin aydınlık insanları olarak İlhan Selçuk’un bugünkü yazısını okuyalım...
Laik, demokratik ve çağdaş ülkemize sahip çıkalım...
Bugün hepimiz İlhan Selçuk olalım...
Korkmadan, çekinmeden, yiğitçe İlhan Selçuk olduğumuzu tüm ülkeye haykıralım.

* * *

Korkmuyoruz...
Tarikatların pençesine sıkışmış, örümcek beyinlilerden çekinmiyoruz.
Atatürk’ün evlatları olarak Cumhuriyet’e sahip çıkıyoruz..

İşte İlhan Selçuk’un bugünkü yazısı;

RTE, XIV'üncü Louis mi?..

Geçenlerde (14.03.2008) bu köşede "Sonra Oturup Ağlamasınlar" başlığı altında bir yazı yayımlandı...
Ne diyorduk?..   
"Gün geçtikçe gelişip yoğunlaşan iletişim teknolojisi bizde neye hizmet ediyor ?..
İslamcılığın (İslamın değil) beş şartına...
Bir azgınlık.. bir azgınlık ki demeyin gitsin...
Neden bu azgınlık?..
İslamcılar -ılımlısı ve köktencisi- artık ülkeyi, belediyeleri, devleti, her şeyi ele geçirdiklerine inanıyorlar...
*
AKP iktidarı belli hedefe doğru doludizgin yürüyor, yandaşları da içmeden sarhoş olmuşlar...
Ülke altüst...
Herkes birbirine soruyor:
- Ne olacak?..
Bu gidişle bir şeyler olacak...
Ama ben (...) şimdiden haber vereyim...
Bir şeyler olduğunda sonuç düşündükleri gibi çıkmazsa, oturup mazlum rolünde ağlamasınlar ... "
*
Birkaç gün sonra Yargıtay Başsavcısı AKP'yi kapatma davası açınca dinci ya da liboş gazetelerde yorumlar - haberler yayımlandı...
Dediler ki:
- İlhan Selçuk davadan haberliydi...
Geri zekâlılığın üst göstergesiydi bu tür yazılar...
Çünkü zaten iki ay önce Yargıtay Başsavcısı dava uyarısını yapmış, haber bütün gazetelerde yayımlanmıştı...
Peki, şimdi ne olacak?..
*
Başsavcı görevini yaptı, davayı açtı...
Davalı iktidar partisi ve iktidara bağlı medya kendinden geçmiş ve çıldırmış gibi...
AKP iktidarı hukuku, anayasayı, yasaları, Başsavcı'yı, yargıyı tepeleme savaşımının borularını durmadan üflüyor...
Ve herkes yine birbirine soruyor:
- Ne olacak?..
*
Ya anayasal hukuk işleyecek...
Ya da AKP iktidarının çılgınca gidişatıyla her şey birbirine girecek...
RTE yoksa hastalandı mı?..
14'üncü Louis edasıyla diyor ki:
"- Devlet benim..."
Başbakanın dengesizliği ortalığı allak bullak ediyor, sapla saman birbirine karışıyor, siyasetin karnı neredeyse burnuna değecek, hamilelik sancıları bir şeylere gebeliği pompalıyor...
Evet, bu gidişle bir şeyler olacak...
RTE 14'üncü Louis gibi 'devlet benim' dedikçe Türkiye'nin dengeye girmesi, ortalığın sakinleşmesi ve normalleşmesi olanaksız...
Ya RTE anayasaya ve yargıya 'sokaktaki adam' gibi saygı gösterecek...
Ya da 14'üncü Louis olmadığını RTE'ye anımsatacak ve öğretecek bir hesaplaşmaya hazırlıklı olalım...
Aklın bir başka yolu yok...

Biz bu filmi Ali İhsan Kaya cinayetide gördük

Münevver Karabulut cinayetinin katil zanlısı Cem’in, teslim edilmesiyle birlikte kafalarda çeşitli soru işaretleri doğdu.
197 gün nerede saklandı?
Kimler yardım etti?
İstanbul dışına çıkmadığı iddia edilen Cem’i, polis nasıl bulamadı?
Gerçekten yurtdışında mıydı?
Ve buna benzer bir çok soru ortalıkta dolaşıyor.
Sorular soruldukça, bu cinayet sonrasında nasıl bir tezgah ile karşı karşıya olduğumuzda ortaya çıkıyor.
İşte tüm bunlar hepimizin yabancı olmadığı tarzdan olaylar.
Örneğin Hrant Dink’in öldürüldüğünde benzer olaylar karşımıza çıkmıştı.
Katil zanlısı Ogün Samast’a kimler yardım etti?
Cinayeti nasıl işledi?
Hrant Dink’i öldürdüğünde 18 yaşından küçük olması yargılanmasına nasıl yansıdı?
Hrant’ın vefatının üzerinden 2 yıla yakın zaman geçti.
Ancak kafalarda oluşan soruların yanıtı netlik kazanmadı.
Peki Münevver Karabulut cinayetinin ardından ortaya çıkan sorulara yanıt bulabilecek miyiz?
Bana göre HAYIR!

*****

Kocaeli’nde son yıllarda bir takım gizemli cinayetler işlendi.
Suadiye’deki Müjdat Akhisar, Uzuntarla’daki Ali İhsan Kaya cinayetleri bunlara örnek.
Örneğin Müjdat Akhisar’ı kim neden öldürdü?
Katili neden hala bulunamadı?
Olayı kim sumen altı etti?
Jandarma bu cinayete neden ağırlık vermedi?

*****

Ali İhsan Kaya cinayeti geldiğimizde ise olay tamamen “Arap saçına” dönüşmüş durumda.
Kaya’yı kimin vurduğu halen bilinmiyor?
İddialara göre Ali İhsan Kaya’yı Savaş Uzun vurdu.
Ama neden vurdu?
Savaş Uzun’un uzun bir süre yakalanamaması bana göre büyük bir istihbarat hatasıdır.
Çünkü Savaş Uzun’un İzmit sokaklarında elini kolunu sallaya sallaya gezmesi nasıl açıklana bilinir ki?
Hatta adliye binasına girip çıkması…
Polis aramasından çok rahat geçmesi…
Savaş Uzun ile ilgili bir başka sır perdesi ise ifadesinin tam olarak alınmadan cezaevinde öldürülmesidir.
Bu cinayetle ilgilide bir çok iddia ortada geziyor.
Ve kamuoyu Ali İhsan Kaya’nın kim tarafından, neden öldürüldüğünü bilmiyor.
Yakınları da konuyu kapattı!
Neden kapattı?
Cinayet esnasında yanında olan oğlu Mert Kaya neden İstanbul’a taşındı?
Hepsi malum konulardan ötürü…
Kent medyası da bu cinayetlerin üzerine gidemedi.
Çok üstün körü yazıların dışında, derin araştırmalar, istihbarat birimleriyle bilgi paylaşımı içinde kimse olmadı.
Ali İhsan Kaya cinayetiyle ilgili dosya çoktan arşive kaldırıldı.
Sonuç olarak Türkiye’deki gizemli cinayetler ve sonrasındaki olaylar hiç bitmeyecek gibi görünüyor.
Münevver Karabulut cinayeti bunun en önemli örneği.
Eğer medya olayın üzerine gitmeseydi beklide Cem Garipoğlu, şuan İstinye Park’ta kahve içiyor olabilirdi…

Ergenekon mu?

Ne yani şimdi Atatürk’ü sevdiğimiz için, AKP’ye karşı geldiğimiz için hepimiz suçlu muyuz?
Bir gece yarısı, evimiz basılacak ve emniyete götürülecek?
Alıp götürülen o dostlarda mı, hücrelere konup, onlar üzerinden milyonlara gözdağı verilecek?
Tek suçları ülkeyi sevmek mi?
Cumhuriyet’e sıkı sıkıya bağlanmak mı?
Demokrasiye inanmak mı?
Yoksa tarikatların perişanlığına sıkışmış, elinde iktidar gücünü göstermeye çalışanların gerçek yüzlerini ortaya çıkarmak mı?

***

Türkiye günlerdir hala ne olduğunu anlayamadığı Ergenekon Davası’yla sarsılmış durumda.
Hepimizin çok yakından tanıdığı, bildiği isimler gözaltına alındı, hatta bazıları tutuklandı.
ATO Başkanı Sinan Aygün, gözaltına alınmadan saatler öncesinde beni aramış!
Cep telefonunda çağrısını görünce kendisine döndüm!
Ancak o esnada toplantıdaymış görüşemedik.
Daha sonra yeni aradığında bu kez ben toplantıdaydım yine görüşemedik.
Zaten ertesi sabah gözaltına alınmıştı…
Kimdir Sinan Aygün?
Ankara Ticaret Odası’nın başarılı mı başarılı başkanı!
Sinan Aygün’ün ülke sevgisinden hiçbirimizin kuşkusu olabilir mi?
Yerli malına yönelik kampanyalar yaptıran, Atatürk ve Türk Bayrağı rozetlerini milyonlara dağıtan, teröre karşı her türlü kampanyada olan Aygün’ün bizzat kendisi değil mi?

***

Ya Hurşit Tolon’a ne demeli?
Hurşit Paşa’yı hepimiz çok yakından tanıyoruz.
Hem beyefendiliği, hem kişiliği, hem de  Cumhuriyet’e olan bağlılığını çok iyi biliyoruz.
Bu kadar değerli bir insana yapılan doğru mu?

***

Gelinen nokta bardağın taştığı noktadır!
Ortada daha iddianame bile yokken, AKP hükümetine karşı eleştiri yapan bir takım insanların tutuklanması, demokrasi değildir.
Ve ne diyor Nazım, tutuklanan Cumhuriyetçiler için;

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derecede, öylesine ki,
meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
                     beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
                                       insanlar için ölebileceksin,
                     hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
                     hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
                     hem de en güzel, en gerçek şeyin
                                            yaşamak olduğunu bildiğin halde.
***

Diyelim ki, hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgârıyla
                                       yani, duvarın arkasındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerde olursak olalım
             hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...


***
Çağdaş ve laik Türkiye için, belki bir gün hepimiz bu tezgahlardan geçer, düşer ama yıkılmayız…
Çünkü; “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur…”  

Hani o anda dünya batsa...

Biz yola çıktığımızda daha güneş batmamıştı…
Trafik inanılmaz derecede sıkışıktı.
Nişantaşı’ndan, Park Orman’a neredeyse bir saatte vardık.
Hepimizde heyecan doruğa çıkmış durumdaydı.
Yanımdaki iki güzel bayan, sürekli; “Yetişemeyeceğiz…” diyorlar ve bu tarzda hayaller kuruyorlardı.
-    Konserin sonuna yetişiriz, filan fişman…
Neyse ki zamanından önce Park Orman’a geldik.
Herkes çıldırmış gibiydi.
Genci, yaşlısı, kadını, erkeği, çoluğu, çocuğu, delisi, akıllısı, güzeli, çirkini her kesimden insan buradaydı.
Geniş güvenlik önlemleri alınmıştı…
İlk önce karnımızı doyurduk, ardından da buz gibi birayla havanın kararmasını bekledik!
Neyse ki, güneş batmaya başladı.
Gökyüzü; maviyle lacivert arasında bir renge büründü.
Yıldızların görülmesine az bir zaman kaldı.
Hava sıcak, insanlar sabırsızdı…
Muhabir arkadaş haber getirdi;
-    Volkan Bey, beklenen saat 21.30, dedi.
Hepimiz bu durumdan memnun kaldık.
Saatler tam 21.30’u gösterdiğinde sahnenin ışıkları yandı.
Her yer ışıl ışıl olmaya başladı.
Ardından dumanlar çıktı!
Sonra sarı ışıklar renkli ışıklara yerini bıraktı ve mavi, kırmızı, yeşil renkler oluştu…
Herkes çılgınca bağırıyordu.
Aman Allah’ım!
Oda ne?
Sahnede dünya devleri yerini almaya başladı.
En son 1993 yılında Türkiye’ye gelip konser veren efsanevi rock grubu Scorpions sahnedeydi…
İşte hayatım boyunca unutmayacağım iki saat başlamış ve anılarıma iki sayfalık bir konu daha eklenmişti.
Scorpions, sahnedeydi ve bizde ona vokal yapıyorduk.
Her şey tek kelimeyle harikaydı!
Ses, görüntü, şarkılar ve dinleyenler…
Bir ara omzumda bir el hissetim ve biri bana; “Dünya battı biliyor musun?” dedi.
Kendimi konsere öylesine kaptırmışım ki; “Eğer batmazsa dibine vurayım…” dediğimi hatırlıyorum.
Yani bu konserdeyken dünya batsa umurunuzda olmaz…
Zamanın nasıl geçtiğini hiç ama hiç anlayamadık.
Hep bir ağızdan o güzel Scorpions şarkılarına eşlik ettik.
Güzel ve harika bir hafta sonu böyle geçti.

***

Şimdi istikametimiz 21 Eylül’de Madonna’nın Paris konseri…
Dünya turnesine başlayan Madonna, 21 ve 22 Eylül’de Paris’te konser verecek.
Türkiye’ye gelmediğine göre bizim Paris’e gitmemiz gerekli oldu.
İşimiz çok ama yapacak başka bir şey de yok…
Çünkü söz konusu Madonna olunca akan sular durur…
Bu arada Madonna’nın Atina konser biletleri ise kalmamış, hayranlarına önemle duyurulur.

Jack Nicholson soruyor; "İzmit neresi?"

NGM’nin Amerika muhabiri geçenlerde ilginç bir haber geçmiş!
Jack Nicholson İzmit’i artık biliyor!”
Haber önüme düştüğünde ilk önce şaşırdım, sonra da inanmadım!
Ancak haber doğruydu ve NGM Amerika Temsilcisi Mithat Turan’ın ünlü aktör Jack Nicholson ile çekilmiş fotoğrafı da habere eklenmişti.
Olayın ne olduğunu öğrenmek için New York’u temsilcimiz Esin’i aradım.
Geçenlerde NGM Amerika Ofis Koordinatörü Mithat Turan ve ekip arkadaşlarımız New York’un en ünlü uğrak yeri olan Elaine’s Lokantası’nda toplanmışlar.
Toplantıda NGM’den Mithat Turan,  yakın arkadaşı Prof. Martin Katz, televizyoncu Daisy Ceara ve Dominik Cumhuriyeti’nin en ünlü gazetecilerinden Saul Pimentel’de varmış.
Ancak bu toplantının en can alıcı noktası ise ünlü aktör Jack Nicholson ile “Carnal Knowledg” filminde beraber oynadığı aktör “Art Garfunkel ve eşi Kim’in” olmasıydı…

Active Image****

Çalışma arkadaşlarım ünlü aktör ile uzun uzuna sohbet yapmışlar.
Sevgili Mithat Turan, Jack Nicholson’a Türkiye’de yayın yapan ngmtv.com ile İzmit’te yayın yapan haber262.com’dan söz etmiş.
Oscar’lı aktör İstanbul’u çok iyi tanıyor.
Ancak Kocaeli’nden hiç bilgisi yok!
Kocaeli’den söz ettiğinde “Orası neresi?” sorusunun yanıtını haber262.com’u tıklayarak göstermiş.
Sıcak ve sıra dışı bir sohbet objektiflere de gördüğünüz gibi yansıyor…

****

Geçenlerde NGM ve Haber 262’nin Paris muhabiri Pierre, aradı ve “Mamma Mia” grubuyla röportaj yapacağını, röportaja “ABBA Grubunun” da katılacağını ekledi.
ABBA’yı tanımayan yoktur.
Albümleri dünyada 350 milyondan fazla sattı…
Mamma Mia ise yine dünyanın en çok izlenen müzikali.
Yakın zaman içinde Haber 262’nin konuğu olacaklar!

****

Tüm bunlar şunu gösteriyor ki; küreselleşme denen olgu dünyayı öylesine küçülttü ki, bir nokta haline getirdi.
Çünkü artık Türkiye’deki yerel medya kurumlarının da yurtdışında temsilcilikleri var.
Aynı “New York Time” gibi…
Ülkemizin örnek gösterilecek tek kuruluşu ise Haber 262.
Yerel bir internet televizyonu olmasına rağmen, dünyaya yayılıyor, New York’ta, Paris’te ofisler açıyor.
Gün geliyor dünyaca ünlü yıldızlar, İzmit’i tanıyor, bu kenttin insanlarının haberlerini okuyor…
Buna ise Haber 262 vesile oluyor…
Daha ne olsun be… Daha ne olsun?

Zeki Sezer ile sohbet

Her gün önünden geçtiğim “Hadi Çaman Tiyatrosu’nda” matem var!
Moraller  ve sinirler bozuk!
Aylardır yaşam mücadelesi veren Hadi Çaman öldü!
İlk olarak Nişantaşı’ndaki tiyatro binasında tören düzenleniyor.
Tiyatronun önünden geçerken arabayı durduruyor ve iniyorum.
İlk karşıma çıkan isim Erkan Karakaş!
CHP’ye yeniden geri dönmenin sevinci yüzüne yansımış.
Bana göre iyi bir siyasetçi ve kültür adamıdır Ercan Karakaş, elime geçen birkaç makalesini okumuştum.
Kalemi de oldukça kuvvetlidir.
Teşvikiye Camii’ne doğru ilerliyoruz.
Cami avlusu tiyatro sanatçılarıyla dolu…
Gazeteciler, aydınlar, yazarlar ve politikacılar orada.
Kocaeli Üniversitesi’nde Hadi Çaman’ın doktoru Prof. Dr. Kamil Toker’de cenazede
.
Haldun Dormen ile sohbet ederken bir anda yanımıza DSP Genel Başkanı Zeki Sezer geldi.
DSP İstanbul İl Başkanı, beni Zeki Sezer ile tanıştırdı.
NGM TV’nin genel yayın yönetmeni olduğumu duyunca ilgisini çekti.
Cenaze sonrasında soluğu ofisimde aldılar.
Hiç hesapta yokken odamda Zeki Sezer oturuyor.
Fırsat mı fırsat?
Televizyon programını Burhan Özbey yapacak, bari bende Haber 262’ye özel bir röportaj yapayım…
Sohbet koyulaşıyor ve tanışma faslından sonra röportaja geçiyoruz.
Oda da KOÜ’den Prof. Dr. Kamil Toker, DSP il başkanı ve Burhan Özbey’de var.
İşte böyle bir ortamda röportaj yapıyorum ve Zeki Sezer’e soruyorum.
Sıcak ve sevecen bir kişi, sorduğunuz  soruya hiç çekinmeden cevap veriyor.
Ben daha çok CHP Kocaeli ve Sefa Sirmen üzerine sorular soruyorum.
İstediğim cevabı da alıyorum.
Buyurun şimdi onu okuyalım;

•    Sayın Sezer, nasılsınız keyfiniz nasıl?
Valla memleketin hali ortada, bizim keyfimiz nasıl olsun! Deniz Feneri olayını örtbas etmek için şimdi de Ergenekon’da yeni dalga çıkardılar. Memleketin hali kötüyken benim halimin iyi olması mümkün değil!
Active Image
•    Ergenekon olayına nasıl yaklaşıyorsunuz?
Bugün (dün) Tuncay Özkan’ı gözaltına almışlar, geçen günde Nurseli İdiz’i almışlardı. Nurseli Hanım güzel söyledi;  ‘Artık cep telefonuyla konuşmaya korkuyorum…’ şeklinde. İnsanlar artık cep telefonuyla konuşmaktan korkuyorlar. Ülkenin ne hale geldiğini görüyorsunuz.

•    Yerel seçimlere nasıl hazırlanıyorsunuz? CHP ile yeniden ittifak yapacak mısınız?
Sevgili Volkan, az önce senin yanına gelirken yolda bir bayan önümü kesti ve bana bağırıyor. Bende ne olduğunu anlayamadım.  Meğer bana “Neden Baykal ile ittifak yaptınız” diyormuş. CHP’nin hali ortada; insanlar çıkıp bana yeniden “birleşin” dememeli. Yerel seçimler daha önemli. Bugün ülkeye CHP’nin verdi ği zararı AKP vermiyor! Bizim belediyelerimize bakın; Eskişehir, Bartın ve Ordu, hepsi birbirinden güzel işler yapıyorlar. Dürüstler, ilkeliler… Ama şimdi biz nasıl bir ittifak yapabiliriz ki! İzmir’de Aziz Bey’i çok severim ancak yetenekli bir arkadaşımız değil. Bunun gibi bir çok yer var.

•    Peki Kocaeli’nde Sefa Sirmen için ne diyorsunuz?

Sefa Sirmen’in Kocaeli’nde çok güçlü olduğunu biliyorum. Kazanmasına ihtimal de veriyorum. Sefa Bey için bir şey diyemem. Desteğimiz olabilir. Kazanacak bir adayın önünde engel olmak istemeyiz. Ancak yine az önce dediğimi tekrarlamak istiyorum. DSP, CHP’nin kurtarıcısı değil ki! CHP’de kendini toparlamak için mücadele etmeli.

•    Sefa Sirmen’i destekleyeceğim mi demek istiyorsunuz?
Daha erken ancak olabilir. Güçlü ve başarılı bir isim çünkü.  Kocaeli’ne faydası olacağına inancamız tam! Ama şimdi bana sakın ha “Aman onu da destekleyin kazansın, bunu da destekleyin AKP’ye kazanmasın…” demeyin. Çünkü DSP’nin böyle bir politikacısı olmayacak.

•    Kocaeli’ni yakından takip ediyor musunuz?
Evet! Ediyorum. Benim arkadaşım var orada Süha Özkan, iyi sporcudur.

Burhan Özbey, araya giriyor ve sohbetin bu bölümünde; “Sefa Sirmen’i desteklemelisiniz…” diyor.
Zeki Sezer’de,

-    Tabi canım ya, biz engel olmayız Sefa Sirmen’e, ama bunları konuşmak için çok erken. Hele o günler gelsin. Neden olmasın ki?
Biraz’da ülke ve memleket konularını konuşuyoruz.
Bu konulara bilerek girmiyorum, çünkü Burhan Özbey’in Serbest Kürsü programında ayrıntılarını izleye bilirsiniz.

ZEKİ SEZER; SİRMEN’İ DESTEKLİYOR

Özet olarak bu sohbetten çıkaracağımız altı çizilmesi gereken husus şu;
DSP ile CHP arasında inanılmaz bir çekişme var.
Yıllardır süren rekabet ne yazık ki, bitmemiş!
Zeki Sezer açık açık, CHP’nin AKP’den daha zararlı olduğuna işaret ediyor.
Ancak konu isimlere geldiğinde daha ılıman yaklaşıyor.
Sefa Sirmen, konusunu açtığımızda “Evet çok başarılı ve kazanır. Önüne engel olmak istemeyiz!” diyor.
Baykal’a rağmen Sezer’in Sefa Sirmen’i desteklemesi, önemli bir gelişmedir.
Sayın Sosyal Demokratlara önemle duyurlur…

Orhan Pamuk'un kitabında konu edilen İzmitli kim?

Türkiye garip modalar üretme ülkesi…
Neden böyle düşünüyorum!
Çünkü toplumun hemen her kesiminde Orhan Pamuk ile “Kitabını okuyamıyorum…”düşüncesi hakim!
Evet çok ilginçtir ancak, genci yaşlısı, kültürlüsü, kültürsüzü, sonradan görmesi, dönmesi hemen her kesimden bir çok insan Orhan Pamuk’u okuyamamaktan şikayet ediyor.
Kimisi; “kasvetli…”, kimisi “ağır yazıyor” yorumları yapıyor!
Çoğunun söylediği ise “İlk 10-15 sayfa okuyorum, sonra kitabı bırakıyorum…” oluyor.
Ben ise Orhan Pamuk’u son satırına kadar okuyanlar kısmındayım!
Hem de severek, isteyerek, ilgi ve merakla okuyanlar…
Beyaz Kale’yi “ iki ya da üç kez okudum…
Kar”, “Benim Adım Kırmızı’da” ilgimi çeken kitaplar arasında yer aldı.
Özellikle “Kar’da” Türkiye’nin siyasi olaylarının farklı gözle analiz edilmesini ortaya çıkarmıştı.
Orhan Pamuk’un yazarlığı için üretilen bahaneler, kitap okumayı bilememekten kaynaklı olduğunu düşünüyorum.

****
Nobel Ödüllü yazar Orhan Pamuk’un son kitabı “Masumiyet Müzesi’ni” okuyorum.
Kitabı ilk çıktığı günlerde almıştım!
Ancak öncelik verdiğim kitaplar nedeniyle sıra anca geldi.
Saygı Öztürk’ün “Ergenekon”, Benazır Butto’nun yazdığı; “Doğu’nun Kızı” kitaplarını bitirdikten sonra “Orhan Pamuk’un” son kitabına başladım.
Kitabın sayfasını ilk açışta 150. sayfaya nasıl geldiğimi anlayamadım bile…
Roman’da konu edilen “Kemal ve Füsun’un aşkı" çok farklı anlatılmış. 
Kemal’ın Füsun’un kızlığını bozup sevişmesiyle başlayan serüveni…” ilgiyle okuyorum ve tavsiye ediyorum.
Orhan Pamuk son kitabını farklı bir bakış açısıyla yazmış.
Kitabı okurken konu edilen objeler, İstanbul, Çukurcuma’da 2010 yılında açılması planlanan, kitabında adını taşıyan “Masumiyet Müzesi’nde” sergilenmesi düşünülüyor.
Zaten kitap, daha çok bu müzenin rehberi gibi bir şey…




Bu yazıda konu edeceğim olay Orhan Pamuk’un romanın güzelliği ve lezzetinden ziyade, kitapta bir İzmitli’nin satır arasında da olsa geçmiş olmasıdır.
O kişi; hepimizin çok yakından tanıdığı, bildiği ve sevdiği bir isim, sevgili dostum, Fenerbahçeli Avni Kalkavan’dır.
Geçen yıl aniden vefat eden Avni Amca,  Orhan Pamuk’un kitabında konu edilmiş.
Kitabın o satırını okurken, Avni Amca ile Trabzon'da yaşadığımız o güzel anılar gözümün önünden geçti.
Avni Kalkavan ile aynı gazetede çalıştığımız dönemlerde de çok anılarımız oldu.
Birlikte çalıştık, maçlara gittik, geziler yaptık.
Ölümünden birkaç gün önce yolda karşılaştığımızda şakalaştık, gülüşüp, hasret giderdik!
Avni Kalkavan, şimdi de karışıma Nobel Ödüllü yazarın eserinde çıkıyor.
Üstelik çok tartışılan, sorgulanan ve yargılanan Orhan Pamuk’un kitabında…
Bu kitabı tavsiye ederim.
Mutlaka okuyun.

Benden AKP'li olur mu?

CHP’nin miting yazısını beğenmeyen, bazı tanıdık, tanımadık, dost, düşman, beni AKP’li olmakla suçladılar.
Bazı sosyal demokratlar “Sen iyiden iyiye AKP’li oldun…” yorumunu yaptılar.
Yahu yapmayın, etmeyin, nasıl olur ben… AKP’li olmak mı? Kem, küm…” diyene kadar yaftayı yapıştırdılar alnıma; “Sen artık AKP’lisin” deyip işin içinden çıktılar.
Madem öyle bende düşündüm, taşındım ve kendi kendime sordum; “Benden AKP’li olur mu?” diye.
Bunun kararını vermeden önce nasıl AKP’li olabileceğini alt altta yazmaya karar verdim;
AKP’liler bana göre üç gruba ayrılıyor.
1-      Gerçekten AKP’li olan, yürekten ve gönülden bağlılar…
2-      Sonradan AKP’li olan, diğer parti ve ideolojilerden davet üzerine katılanlar…
3-      Çakma AKP’li olanlar; sadece menfaat ve iktidar nimetlerinden yararlanmak isteyenler!

***
**
Gerçekten AKP’li olmak için en başta Milli Görüş çizgisinden gelmek lazım…
Ya Akıncılar Grubu’ndan olacaksın ya da Nakşibendi Cemaatinden!
Bugüne kadar çok Nakşi tanıdığım oldu ancak hiçbir toplantılarına katılmadım.
Milli Görüş ile uzaktan, yakından hiçbir ilgim yok!
Anam işçi kızı olduğu için sosyal demokrat, babam esnaf olduğu için Demokrat Partili…
Yani benim doğuştan AKP’li olmam imkansız!

**** 

Sonradan AKP’li olma ihtimali de çok düşük!
Benim,  ne gidip üye olma gibi bir düşüncem oldu, ne de “Buyurun Volkan Bey, siz bizim partimize çok yakışırsınız” diyen.
**** 

Geriye sadece  kaldı Çakma AKP’li olmak!
Yani; sadece menfaat ve iktidar nimetlerinden yararlanmak için…
İşte bu bana uydu.
Benden Çakma AKP’li olur (!)
Bunun için ne yapmak lazım?
Bol-bol AKP’yi övmek mi?
Artık AKP’nin övgüye ihtiyacı yok, kaldı ki her köşe başındaki yazarlar yeterince övüyor.
Peki Başbakan'ı pof poflamak mı?
Oda olmaz çünkü bana gelene kadar yine sayısız pof poflayanlar var.
Eeeee ne olacak şimdi?
Önünde düğme iliklemeye kalkışsam, son dönemde göbeğim ceketimin düğmelerini iliklemeye izin vermiyor!
Tüh işte!
Benden Çakma AKP’li de olmaz!
Kaldı ki; AKP’nin 8 Şubat’ta mitingini de eleştirmiş; “Bunlar 80 bin kişiyi toplayamadılar…” demiştim.
Gene kaldık partisiz…
Eğer CHP’liler Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’ni kazanırlarsa, kesin beni kapıdan içeri sokmazlar…
5 yıl boyunca AKP’li olamadığımız için giremediğimiz o kapıdan, 29 Mart’tan sonra CHP kazanırsa bu kez de CHP’li olamadığımız için giremeyeceğiz gibi görünüyor.
Neyse artık ne yapalım; “Sağlık olsun!” demekten başka çare var mı?
Çünkü bizim sosyal demokratlar 5 yıl sonra uykudan uyandılar,  bir anda “Aslan” kesilip gerçek CHP’li oldular.
O yüzden onların bana kızmasına tepki göstermemek gerekiyor.
Bende ne densizim ya…

Derin devlet mi?

Türkiye özellikle Ergenekon Operasyonu’ndan sonra, gazeteci-derin devlet ilişkisini yeniden tartışmaya başladı.
Bana göre de, tartışılıp, masaya ciddi mana da yatırılması gereken bir konu!
Derin devlet nedir?
Devletin gizli bilgilerine ulaşan mı?
Mafya mı?
Her türlü cinayetten, olaydan, öncesinde ve sonrasında haberi olan mı?
Gazeteci mi?
MİT mi?
Polis mi?
Nedir bu derin devlet?
Nedir, ne değildir, bunu başka zaman, uzun-uzun tartışırız!
Bana göre derin devlet, gazeteci olmadan bir hiçtir!
Çok iddialıyım ancak durum ne yazık ki böyle!
Türkiye’deki gazetecilerin büyük bölümü derin devlet ilişkisi içinde olan kişilerdir.
Ancak bu ilişkilerde, gazeteci hep kullanılan tarafta olmuştur.
Uğur Mumcu,  derin devlet olgusunu kitaplarında en iyi ve net şekilde anlatan bir gazeteciydi.
Derin devletin kendisini kullanmasına hiç ama hiç izin vermedi.
Elbette ki o bilgileri de Uğur Mumcu’ya sunan istihbarat elemanları vardı.
Peki günümüzün Uğur Mumcu’su kim?
Ne yazık ki o olgunlukta bir gazeteci henüz yetişmiş değil!

****

Derin devlet gazeteci ilişkisi Kocaeli’nde de ciddi mana da hakimdir.
Bazı gazetecilerimizin bu tarzda ilişkide olduğunu çok iyi bilmekteyiz.
Şimdi buradan bu kişilerin isimlerini yazmak, yeni bir tartışma yaratmak istemiyorum.
Peki gazetecinin asıl görevi nedir?
Dünyanın neresinde olursanız olun, gazetecinin asıl görevi doğru ve ilkeli haber yapmaktır.
Eğer bir maşa gibi kendini kullandırırsa o gazeteci olmaktan çıkar, fırıldak olur!

*****

Tüm bunları neden yazma gereği duydum!
Mustafa Balbay’ın 30 küsür gündür tutuklu olmasından dolayı…
Bende yıllardır  gazetecilik yapıyorum.
Meslek hayatımın büyük bölümü muhabirlikle geçti.
Ülkemizin valilerinin bir çoğuyla ilişkilerim çok iyi oldu…
Komutanlarının ailelerine kadar yakından tanıdım!
MİT Başkanlarıyla yemekler yedim, tuttukları futbol takımlarıyla ilgili espriler yaptım!
Hepsiyle ilişkim bir adım ötesine hiçbir zaman geçmedi!

****

Kaldı ki,  yerin altında ya da üstünde yaşanan bir çok olayın, bilgisi, belgesi, kanıtı elime geçti.
Bayındırlık Müdürüğü’nün peşine MİT elemanı takan validen tutun da,  bir gazete patronun, çalışanı hakkında MİT’e verdiği belgelere kadar hepsine tanıklık ettim!
Ama bunlar hep benimle kaldı!
İrticai faaliyet gösteren kurumlar beni mahkemeye verdiği zaman, bir çok yerden bana belge bilgi gönderdiler.
İsimsiz mektupların içinde ne fotoğraflar elime geçti…
Özellikle deprem döneminde çadır kentte yaşananlar!
Hepsini yırttım attım!
Bir emniyet müdürünün neden cezaevine girdiğini…
Bir başka emniyet müdürünün neden görevden alındığını…
Her gazetecinin olduğu gibi benimde önceden haberim oldu!
Ancak haberim olduğu anda benimle yok oldu…

****
Şimdi gelelim Mustafa Balbay’ın duruma!
Ne yaptı Balbay?
Bir gazeteci olarak eline gelen belgeleri bilgisayarında saklaması mı suçtu?
Komutanlarla kurduğu ilişki mi?
Nedir suçu?
Yoksa gazeteci olması mı?
Bana göre Balbay’ın suçu derin devlet ile kurduğu ilişki filan değil!
Çünkü her gazetecinin böylesine derin ilişkileri, haber aldığı mercileri vardır.
Bana göre Balbay’ın suçu iktidarın medyaya bir güç gösterisidir.
Başka lami-cimi yok bu işin…!

Türkan

Türkan, bir deli kız…!
İçindeki vatan sevgisini kimse bastıramıyor!
Dün; Çocukluğu, gençliği, yetişkinliği, bugün; yaşlılığı mücadeleyle geçiyor.
Yılmadan, bıkmadan, usanmadan, onca baskıya, iftiraya, tehditte karşı geliştirdiği formülü kullanıyor ve ne olursa olsun sadece “gülüp geçiyor”!
Türkan’ı kızdırmak, üzmek, yıldırmak mümkün değil…
Kocasının bir tokadıyla başlamış hayat mücadelesine ve hala devam ediyor.
En kötü hastalıkları geçirmiş.
Örneğin “kemik tüberkülozu” hastalığına yakalanmış.
Aylarca hiç kımıldamadan, yaşamak zorunda kalmış.
Yerinden kımıldamadan 40 günlük çocuklarını emzirmiş.
Ama yine yılmamış yaşamış Türkan…
O halde bile örgü örerek kendini teselli etmiş.
****
Meme kanserine yakalanıp, memesinin bir tanesini aldıklarında “Hadi işimize bakalım…” diyecek hayata olan bağlılığını göstermiş.
Kanser ciğeri sıçradığında “Yeneceğim çocuklar merak etmeyin…” diyordu.
Hatta Kocaeli’ne davet ettiğimde kanser tedavisinden çıkıp gelmişti.
****
Türkan Hoca’nın “cüzamla mücadelesi” dünyaya örnek oldu
Sosyal yaşamı ve hayatında da hep başarılı çalışmalara imza attı!
Gericiliğe karşı mücadele etmek için 1989 yılında kurduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, tüm ulusa model olmuş projeler geliştirdi.
Türkan Saylan’ın öncülüğünde yapılan “Kardelenler Projesi” ile ülkemiz “Kardelen Ayşe’leri” tanıdı…
****

Deprem döneminde gece-gündüz Kocaeli’nde ve bölgede oldu.
En önemli projelere imza attı!
Doktorluk mesleğine o kadar bağlıydı ki; Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya tayini çıkan doktorların, bahane üretip, o kentlere gitmemesine tepki gösterir; “Bir doktor, gerçekten başarılı olmak istiyorsa, ilk önce ülkenin her yerinde görev yapmalıdır” derdi.

**** 

At Kız Türkan’ın evini polisler basmış…
Her yeri didik-didik etmiş…
Ama hala yıldırmamış Türkan’ı tüm bu baskılar…
Bakın şu fotoğrafa ayağının altında köpeği, dudağında kırmızı ruju, yüzünde ise o aydınlık gülücüğü hiç ama hiç eksik değil!
Şimdi umutsuzluğu kapılanlar, ülkenin üzerine kap kara bulut çöktüğünü düşünenler lütfen Türkan Saylan’ı örnek alsınlar ve ne kanserin, ne de baskıcıların yıldıramadığını görsünler…
Türkan…
Bir deli kızdır o…
Yılmaz…
Korkmaz…
Cumhuriyetten ve laiklikten asla ödün vermez!
Çünkü satılık değildir Türkan da ideoloji…
Peki hepimiz Türkan mıyız?
Ya da Tehlikenin farkında mıyız?
Ve şimdi hep bir ağızdan soralım; “Darbe yapacak kadın mıdır Türkan… Hem de bu halde”
Yazık!

Bayram

Bir bayram daha geldi çattı kapımıza.
Daha dün “Bu gece sahura kalkıp, yarın oruç tutacağız…” diyorduk.
Şimdi ise bayram günündeyiz.
Ben bayramdan daha çok yapılan hazırlıkları severim.
Bayrama birkaç gün kala annemin evde yaptığı dip tırnak temizliği…
Bayram tatlısını fırına götürüp, pişirdikten sonra üzerindeki kabukları kemirmeyi…
Tatlının şerbeti döküldükten sonra sıcacıkken tepsiden aşırmayı severim.
****
Bayram hazırlığı bana göre bayramları var eden anlardır.
Çünkü bayram günü hayat durağanlaşıyor.
O tatlı telaştan çıkıp, herkes evinde küçüklerin gelmesini bekliyor.
Farkında mısınız?
Günden güne, bayram gelenekleri de yok olup gidiyor.
Artık ne çocuklara verilen bayram harçlıkları kaldı.
Ne de ter temiz hazırlanan mendiller.
Bizim kuşağımız bunu çok daha iyi bilen kuşak.
Çünkü tıpkı annelerimiz gibi, bizler de bu gelenekle büyümüş insanlarız.
Ancak çocuklarımız bu gelenekten çok uzaklaşıyorlar.
Bayram tatilleri…
Hazır tatlı çeşitleri…
Tüm bunlar üst üste geldiğinde artık ne bayram telaşlarının tadı kaldı, ne de bayramların saygınlığı.
Bir de bayram ziyaretleri…
Artık buda yok oluyor.
İnternet…
Cep telefonu…
Tüm bu güzellikleri aldı götürdü.
Hatırlarım Alemdar Caddesi’ndeki PTT’nin önünde her bayram da kartvizitçi bayram tebrik kartları satardı.
Düzinelerce alır, Bursa’daki, Hatay’daki akrabalara, eşe dosta kartvizit atardık.
Bayramı bayram gibi yaşar, insanlara hatırlatırdık.
Postanede up uzun kuyruğu sadece ve sadece bunun için bekledir.
Şimdi ise SMS yada mail atıyoruz.
*****
Şimdi biraz daha anlıyorum.
Her geçen bayramın bizden bir şeyler alıp götürdüğünü.
Çünkü Bayram namazına giderken televizyonu açtığımda TRT’de “Barış Manço’nun” o güzel şarkısı “Bugün bayram erken kalkın çocuklar…” melodisi yükselirdi.
O sevinçle ilk önce babamın elini öper, ardından anneme koşar sık sıkı sarılırdım.
Ben yine babamın elini öpüyor, anneme sarılıyorum ama, bu kez TRT’nin fonunda Barış Manço değil, Hayko Cepkin’in ilahisi çalıyor.
Ve bende her bayram sabahı o klasik cümleyi kuruyorum; “Nerde o eski bayramlar…”

BARIŞ MANÇO'NUN BUGÜN BAYRAM ŞARKISINI DİNLEMEK İÇİN TIKLAYIN

Solcu olmak

Solcu olmak onurlu ama zordur…
Yani öyle kafana göre hareket edemezsin.
Ne “dinci” olmaya benzer, ne de “milliyetçi
Yıllarca meydanlarda “özgürlük” adına savaşırsın, “emperyalizme” karşı mücadele edersin, güneşin altında eylem yaparsın.
Dayak yersin…
Fişlenirsin…
İşkence görürsün…
Nezarete düşer, belki cezaevine girersin.
Yaptığın her şey ideoloji uğrunadır ve buna değer…
68’de, 78’de ya da her daim yaptığın her eylem, attığın her slogan, yürüğün her yol “Devrim” içindir.
Belki bu uğurda ölürsün, işkence görür, idam edilirsin yani; Deniz Gezmiş ve arkadaşları gibi…
Ya da ülkenden sürülürsün, yaban ellerde kara toprak olursun aynı Nazım Hikmet gibi…
Ama yinede sen solcusundur, tüm acılara değecek kadar onurlu bir solcu!
Ve gün gelir milyonlar senin şiirlerini okur, haklılığını anlar…

*****

Solcu olmak kolay değildir dostlar.
Yukarıda saydığım gibi yıllarca bu aç, sefil, gezersin.
Artık canına tak eder; “Değişmiyor bu düzen, bitmiyor bu çile, yeter artık sefalet…” dersin.
Sende paranın peşinde koşmaya başlarsın.
Para uğruna attığın her adımda sana laf atanlara; “Hadi lan yürü, sen kısa pantolonla gezerken ben meydanlardaydım …” dersin.
Kendini aklamak için arkasına sığınacağın bir ideolojin vardır.
Oda “soldur”

*****

Sağcı olmak daha kolaydır.
Örneğin sağcı olarak Nazım Hikmet’ten bir şiir okursun, seni tam eleştirmek istedikleri zaman; “Hamdolsun, hepimiz kardeşiz…!” der işin içinden çıkarsın.
Fakat solcu olduğun zaman böyle bir şey yaparsan seni topa tutarlar.
Üstelik en başta sağcılar eleştirir; “İşte sol hep böyledir” der.
Senin “demokrasi” uğruna yaptığın tüm kavgalar, kendi içindeki çekişmeler, tartışmalar kamuoyuna Hizip” olarak yansır.
Ama sağcı olduğun zaman böyle bir sorun asla olmaz.
Çünkü demokrasi kişiye endekslidir ve kitlenin umurunda olmaz.

*****

Solcu yazar, gazeteci, aydın, sanatçı olmak da zordur.
Eğer bu işlerde rantın dozunu kaçırırsan, seni sevenler bir kalemde siler atar.
Aynı Zülfü Livaneli’nin “Özgürlük” müziğinin yabancı kaynaklı GSM şirketinin reklamlarda kullanmasına duyulan tepki gibidir bu…
O eser artık Zülfü Livaneli’nin değil, milyonların olmuştur.
Yıllarca meydanlarda haykırmıştır insanlar;
“Tarlalara ve ufka
Kuşların kanadına…”
diye.
Gölgede değirmene yazarım
Uyanmış patikaya”
demiştir Çankaya’da milyonlar.
“Serilip giden yola
Hınca hınç meydanlara adını”
bir slogan haline gelmiştir.
Esas kızgınlık bu müziği vermek değil, cumhuriyet devrimlerini yok sayan AKP hükümetine övgüler düzmektir.
Aynı Sezen Aksu’nun; “İki cihanda lekeli” sözü sonrasında dinlenmeyen o şarkılar gibidir.
****
Ve sanatçılarda çıkar; “Bizde solcuyduk” der.
Bizde onlara yanıt veririz; “Evet sizde solcuYDUNUZ” şeklinde…

Cindoruk'a sordum; "DP alternatif olabilir mi?"

Yazımın başlığındaki soruyu Demokrat Parti’nin yeni genel başkanı Hüsamettin Cindoruk’u telefonla arayarak sordum!
Hüsamettin Cindoruk, çok değerli bir hukukçu ve düşünürdür.
Geçtiğimiz yıl siyaset-miyaset yokken, İstanbul'da ziyaretine gitmiştim.
Hem eşi, hem de kendisi çok zarif ve iyi insanlar.
Demokrat Parti’nin başına geçmiş olmasından da inanın çok mutlu oldum!

*****

Geçen yıl yaptığımız sohbetlerde siyasi hırsı olmadığını, sadece gençlere yol açmak için bazı girişimlerin olacağının mesajını almıştım.
Kaldı ki o misyonla yeniden DP’nin başına geçmesini canı gönülden destekleyenler arasındayım.
Peki DP, AKP’nin böylesine hızlı rüzgarı karşısında başarılı olabilir mi?
İşte hepimizin kafasındaki soru bu!
Cindoruk ile yaptığımız sohbetti sizi aktarmadan önce kendi düşüncelerimi paylaşmak istiyorum…

*****

Son yerel seçimlerde bazı çevreler AKP’nin oy oranında ciddi mana da düşüş olduğunu iddia ediyorlar ve Baykal ağzıyla konuşup;  “AKP çökecek” gibi çok gereksiz ve içi boş düşüncelere kapılıyorlar.
Fakat ben öyle düşünmüyorum.
Yerel seçimlerde AKP’nin oy oranı düşmüş olabilir ama bir çok kentte seçim kazandığı gerçeğini unutmamak gerekir.
Seçim kaybettiği kentlerdeki nedenleri de hepimiz az-çok tahmin edebiliyoruz.
Özellikle Ergenekon Operasyonu ile birlikte hem solda, hem de sağda ciddi bir hareketlilik başladı.
Bu hareketin öncülüğünü ise 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel üstlendi ve Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Haberal’ı uğurlaması bunu çok net ortaya koydu.
Bununla birlikte DP’de yeni bir süreci girildi ve Hüsamettin Cindoruk ortaya çıktı.
Fakat Cindoruk, dikensiz gül bahçesinden geçerek genel başkan olmadı.
Yine kısır çekişme ve tatsız rekabetin olduğu bur kongreden zaferle çıktı.
Bu şunu gösteriyor ki, DP’de birlik ve bütünlüğün sağlanması çok zor!
1-    Tansu Çiller faktörü
2-    DP’nin tabanının büyük kısmının AKP’ye kaymış olması
3-    Merkez sağda bütünlüğü sağlayacak partilerin olmayışı

Tabi bir de madalyonun ikinci yüzü var. Yani DP’nin başarılı olması için önemli faktörler;
1-    Süleyman Demirel’in aktif siyasetin içinde olması…
2-    Ergenekon operasyonlarıyla Türkiye’de yeni bir sürecin başlaması!
3-    DP’de genç ve dinamik bir kadronun oluşturma çalışmasının yapılması…

Yani durum şunu gösteriyor ki DP bir hareketliliğin içinde.
Fakat bunu başarıya çevirmek nasıl olur işte bunu kestirmek zor!
Çünkü AKP ve Tayyip Erdoğan müthiş bir güç!
DP bu gücün önüne set olabilecek mi?
İşte bu soruyu Hüsamettin Cindoruk ile yaptığım telefon konuşmasında sordum;

İŞTE O SOHBET;

Volkan YÜKSEL- DP’de sizinle yeni bir dönem başladı. Bu dönem AKP’ye giden oylarınızın geri gelmesinde etkin olacak mı?

Hüsamettin CİNDORUK-  Toplumun büyük bir bölümünün iktidar partisi ile ilgili korkuları var.
Bu iktidar siyaseti din eksenli yaptığı için bizi, halkı da sıkıntıya sokuyor.
Din eksenli siyaset hangi devlette yapılabilir; 'devletin dini İslam' deniyorsa o devletlerde din eksenli siyaset yapılır.
Ama bugün Vatikan'ın bulunduğu İtalya'da bile din eksenli siyaset yok.
Bugün, her şeyi dine dayandıran, her şeyi din ölçütlerinde düşünün bir Başbakan ve siyasi kadro Türkiye'yi idare ediyor. Bu sıkıntı verici bir şey!
Bu sadece benim tespitim değil. Anayasa Mahkemesi de verdiği kararla AKP'nin dini siyasete alet ettiğini söylüyor.
AKP iktidarını ekonomik kriz ve işsizlik götürür.
İnsanların işsiz kalmasına çok fazla üzülüyorum.
Hükümet krize karşı tedbir almakta gecikti.
Bir Başbakan işsizlikle alay eder mi? İşsizlik rakamlarına bakmıyor "Bu kriz bizi teğet geçer" diyor.
Tüm bunları alt altı topladığınız zaman DP’nin toparlama süreci AKP’yi sıkıntıya sokacağı gün gibi ortada.

Volkan YÜKSEL- Peki ya Süleyman Demirel'in siyasete geri dönüşü?

Hüsamettin CİNDORUK- Sayın Süleyman Demirel , uzun bir aradan sonra ilk kez sahaya indi.
Bizlerle bir konuşma yaptı ve görüşlerini aktardı.
Türkiye'nin içerisinde bulunduğu tabloyu çizdi; 'bu partiye ihtiyaç var' dedi.
Bu partiyi açıkça destekledi.
Ben bunu çok önemsiyorum.
Yıllardır gündelik siyasetin dışındaydı Demirel.
Bizim yaptığımız işin, Türkiye'yi içerisinde bulunduğu karanlık tablodan çıkarmak için gerekli olduğunu söyledi.
Kendisine yaptığımız ziyarette yaptığı açıklama zaten siyasete geri dönüşünü gösteren bir açıklamaydı.

Volkan YÜKSEL- Siz epey yoğunsunuz. O yüzden fazla tutmak istemiyorum. Ama merak ettiğim bir diğer konu ise Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün yargılanmasıyla ilgili. Siz bir hukukçu olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hüsamettin CİNDORUK- Abdullah Gül'ün yargılanamayacağın söylüyorum.
Devletin başını neredeyse falakaya yatıracaklar.
Bunları da Abdullah Gül'ü savunmak için değil, hukuku korumak için söylüyorum. Cumhurbaşkanı'nın yargılanması mümkün değil.


CİNDORUK KİMDİR?
1933 yılında İzmir'de doğan Cindoruk, Ankara'da Çankaya İlkokulunu, Atatürk Lisesini ve 1954'te Ankara Hukuk Fakültesini bitirdi.1955 yılından itibaren avukatlık yapan Cindoruk, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Demokratik Parti, Büyük Türkiye Partisi ve Doğru Yol Partisi'nde il başkanlığı, kuruculuk ve Genel İdare Kurulu üyeliği görevlerinde bulundu.Cindoruk, 14 Mayıs 1985 tarihinde Büyük Kongre'de Doğru Yol Partisi (DYP) Genel Başkanlığına seçildi. Genel Başkanlığı siyasi yasağı biten Süleyman Demirel'e bırakan Cindoruk, 1991'de TBMM başkanı seçildi ve iki yıl bu görevi sürdürdü. Daha sonra DYP'den ayrılıp Demokrat Türkiye Partisi'ni kurdu. Partisi, Mesut Yılmaz başbakanlığındaki 55. hükümette koalisyon ortağı oldu.18 Nisan 1999 tarihinde yapılan genel seçimde Meclis dışında kaldı ve DTP Genel Başkanlığı görevinden istifa etti. İngilizce bilen Cindoruk evli ve 3 çocuk babası.