18 Ekim 2013 Cuma

Adalet Ağaoğlu kitaplarını Adalet Ağaoğlu anlatıyor...

Türk Edebiyatının yaşayan en önemli yazarı, bayrak olmuş simgesi; Adalet Ağaoğlu.
Oyunları, romanları, öykü ve denemeleriyle tam 65 yıldır yazıyor ve 65 yıldır yazdığı her satır milyonlar tarafından ilgiyle okunup, kitapları başucu yapılıyor.
“Ölmeye Yatmak”, “Fikrimin İnce Gülü”, “Romantik Bir Viyana Yazı ” gibi çok satan sayısız kitabın yazarı, “Aysel, Bayram, Kamil Kaya” gibi hayatımızın bir parçası olan roman karakterlerinin yaratıcısıdır.
65 yılın fırtınasını, rüzgarını, kışını, yazını, yani hayatını Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan “Adalet Ağaoğlu Araştırma Odası’nda” topladı ve kendi hakkında araştırma yapmak isteyenlere açtı.
Romanlarını nasıl yazdığını, nelere dikkat ettiğini, notlarını, ödüllerini, kişisel eşya ve dokümanlarını her şeyi bu merkezde gençlerle paylaşma kararı aldı.
Röportaj için sözleştiğimizde ilk önce “eve gelin” sonra da “İsterseniz Boğaziçi’nde buluşalım orada anlatacak çok şeyim var”dedi ve bizi merkezine davet etti. Ağaoğlu ile hem eski günlerini, yazarlığın ilk yıllarını, hem de neler yaptığını yazılı ve görüntülü öğrendik.
Röportajın IPad ve Andorid cihazlarda yayınlanacağını öğrenince bu girişin son noktasını yine usta yazar koydu;
“Romanlarını elle kağıda yazan bir yazar olar, teknolojik dergiye röportaj yapmak, yaşımın bana hediyesi olsa gerek...”  

Volkan YÜKSEL




Ne zaman doğdunuz?
23 Ekim 1929’da Nallıhan’da doğmuşum. Çocukluğum ilkokulu bitirinceye kadar, burada geçti. Üç erkek kardeşimden büyüğü, abim Dr. Cazip Sümer, Kumburgaz’da yürürken bir trafik terörü saldırısına uğrayarak 1975 yılında öldü. Benden iki yıl önce ilkokulu bitirmiş, Nallıhan’da ortaokul olmadığından Bursa’ya yatılı gönderilmişti. Kardeşlerimin içinde en sadık arkadaşım Ayhan, daha ilkokulu bitirmeden 1938’de gidip Ankara’ya yerleştik. Abim’de oraya geldi.

Adalet nasıl bir çocuktu?
Söylendiğine göre öyle ağlayıp sızlayan, istediğini gözyaşlarıyla, zırıltı patırtıyla alan bir çocuk değilmişim. Annem “Daha bebekken içine içine ağlardın” demişti. “Sesin soluğun çıkmazdı, ama morardıkça morarırdın, ölüyorsun sanırdım, korkardım...” Acınmak en istemediğim şeydir. Çocukken öyle hastalık filan neydi bilmem. Sıtma olmadım.

1938’in Ankara’sı nasıldı?
Babam kumaş tüccarıydı. Nallıhan-İstanbul arası kış kıyamet, Eskişehir ya da Arifiye tren istasyonlarına kadar nasıl at sırtında gelip gelmişse, bu sefer 160 km’lik yolu 8 saatte alabilen döküntü bir otobüsle Ankara-Narlıhan arası gidip gelmeye başladı. Ankara’ya göçtüğümüzde başkentte ev kıtlığı varmış. Eski Ankara evleri, onlar da oda oda kiraya veriliyormuş. Çocuklu ailelere ev büsbütün “yok”. Babam, “Ankara’ya ilk oturacağımız evi ararken çok kötü olmuştum” diye anlattığını hatırlıyorum. Ev sahibi “memur musunuz?” diye soruyor, olmadığını öğrenince “kaç çocuklusunuz?” diyerek kuşkuyla bakıyordu yüzüme “dört der demez, kapı suratıma kapanıyordu” diye anlatıyor babam.

Babanız Kurtuluş Savaşı gazisi miydi?
Evet! Babam ki, Kurtuluş Savaşı madalyası taşımakta, İsmet İnönü’yü gizlice Bolu’nun oralardan Ankara’ya götüren askerlerden biri olduğunun unutulmamasını hiç istememekte; ancak hayat...

Peki babanız bir ev buldu mu?
Okullar tatil olur olmaz başkenttin en yeni mahallerinden Meşrutiyet Caddesi ile Selanik Caddesi’nin keşiştiği yerdeki Hatay Sokağı’nda bir İtalyan mimar tarafından yapılan apartmana taşındık. Buraya taşındıktan sonra ben ortaokul birinci sınıftayken Atatürk ölmüştü; anneler-babalar, bütün öğretmen ve öğrenciler Gar, Ankara Palas, TBMM arasına gözyaşları içinde sıralanmış, Ata’nın naaşının geçirilişine bakmıştık. Apartmanda RCA marka bir radyomuz vardı, alınan ilk haber de 2. Dünya Savaşı oldu.

Yazmaya ne zaman başladınız?
Ortaokulda böyle bir şey yoktu. Her çocuk elimdeki kağıda resimler yapar, bir şeyler çizer. Mesela ber ilkokulda resim yapıp yapmadığımı hatırlamıyorum ama ortaokulda yaptım. Yazma isteği ise lise de başladı. Ve yazdım, yazdım yazdım...

Lise de sizi yazmaya iten güç neydi?
Sözün değerini, lisedeyken izlediğim şiir matinelerinde öğrendim, tabii el altından arkadaşlarla gizlice el yazısıyla birbirimize ulaştırdığımız Nazım Hikmet şiirlerinden. Orhan Veli’nin sokak dilini şiirde ustalıkla kullanması yazında dil meselesine gözlerimin en iyi açıldığı zaman... Açıldı da ne oldu? Fakültenin ilk yıllarında Ulus’un akşam haberlerine yazdığım her şey berbat. Ama “Gölgeler 1”, “Gölgeler 2” şiirlerim ancak beni şefkatle gülümsetebilecek kadar kötüydü.

Roman?
Lisedeyken her gece bir roman yazardım. Ertesi gün “teneffüste” Leman, Sevim ve Fahire tefrika romana koşar gibi merakla “Ne yazdın, dün gece ne yazdın?” diye hoplayıp zıplamaya başlarlar, ben de okurdum onlara, biter bitmez yırtardım bunları. Bir tanesini, işte o sarı defterlerden birini, arkadaşlarımdan biri kapıp kaçtı. Radyoevine sınavla girip işe başladığım yıl 1951’de getirip verdi.  Çünkü kendisi de radyoda spikerdi. Bir de fakültede yazdığım, bitirmeden bıraktığım bir acemilik romanı var elimde.

Oyunlar yazdığınız ve bu oyunların çok başarılı olduğu bir dönemde romana yöneldiniz.
Oyun yazarlığımın bana yetmezliği oldu. Bu türden bende açtığı bazı “yara”lar da var tabii. Edebiyat yazarlığının yalnızlığımı yaşamak demeye geliyor benim için. Yazarken kendimi daha bütün hissediyorum. Tiyatroların içinde yuvarlandığı sistem, oyun yazarlığının düşünce, yaratı, özgürlüklerini, yeni arayışlarını yüklenebilecek özgürlük aşamasında değiliz henüz. Tiyatro toplu yapılan bir çalışma. İzleyiciye sununcaya kadar, yazarın oyunu çeşitli ellerden geçe geçe canlanıyor. Edebiyatta, romanda yaratırken tek başınasınız. Üstelik, tiyatro bir tek yazar belası yüzünden batar. Bu da daha baştan, yazarın kontrol altına alınması demeye gelebilir. Ne yaparsınız, tiyatro sahnesinde bir oyunun haftada 16 basım yapma olanağı yok.

Ölmeye Yatmak adlı romanınızın doğuş öyküsünü öğrenebilir miyiz?
1968’de Ankara’da Anayasa yürüyüşü yapılıyordu. Ben de TRT’de memurum o zaman. İki kere girdim ve çıktım TRT’ye. 1969’da ayrıldım, üç ay içinde tekrar girdim. Sonra 70’te tekrar ayrıldım. Neyse... Bir memurun aslında muhalif bir yürüyüşe katılması yasaktı. Profesörler, öğrenciler anayasa yürüyüşü yapıyorlar, ben de katıldım, yürüyoruz. Ben işte o ana, “Ölmeye Yatmak’ın” karnıma düştüğünü zaman diyebilirim. Bir kırılma noktasının, bir dönüşüm işaretinin bilinçe çıkma zamanı. Çünkü biz yürüyoruz, Atatürk Bulvarı’nda, iki tarafa halk, hiçbir şey söylemiyor, öylece bakıyor. Bu romanın içinde kafamda böyle uç verdiğini çok iyi hatırlıyorum.

Ölmeye Yatmak’taki Doçent Aysel karakteri bu düşüncelerle doğdu demek?
Neden orada başrolü Aysel’e verdim? Neden Aysel’i otel odasına gönderip de ona böyle bir hesaplaşma işlevi yükledim? Her ilk roman biraz da otobiyografiktir, derler. Belki bundan, kadın olmamdan dolayı bu seçimi yaptım. Ama benim için asıl seçim Cumhuriyet kuşağının kendinden sonra gelen 68 kuşağının altına düşmüş olmasıydı.

Peki “Romantik Bir Viyana Yazı” üzerine konuşalım. Çok yalın bir anlatım var.
Aslında “Ölmeye Yatmak”tan sonraki romanlarımda da, çarpışma anından hareketle yola çıktım. “Romantik Bir Viyana Yazı’nda” yazar olan kahramanın yani romanın içindeki, romanını yazmak isteyen yazarın, iki yeğeni Londra’da, Hyde Park’ın yanında koşup giderken, kahraman da bir taraftan Barok, bir taraftan Itri diye adımlar atıyor onlara yetişmek için, o anda kruvaze ceketli bir hayal görüyor, bir şey görüyor. Bir beliren, bir silinen kruvaze ceketli hayal. İşte, hızla yavaşlığın çarpışma anının romanı bu. Verili resmi tarihten sıyrılmak yoluna çıkmış “Hayalci Hoca” nın hız zamanıyla yüzleşmesi... Biri kaybolurken öteki yazarlaşıyor belki. Roman yazmayı seviyorum, roman yazıyorum. Roman ölsün istemiyorum. “Her acının bir çaresi vardır” derler ya, ben de buna böyle çare aramak yoluna girdim. Kendini bir türlü yazdırtmayan roman da parçalanmış bilincin göstergesi. Bir türlü kendini yazdırmıyor roman. Yazar kahraman var orada ama yazdırtmıyor roman. Emekli tarih öğretmeni de, besbelli klasiğin değişime mecburiyetini ifade ediyor.

Sevdiğiniz yazarlar hangileri?
İnsan bazen, kendi kendine oturup, “Dünyanın kitabını okudum, ne kaldı bende yahu” diye bir soru soruyor; ya da bu tür sorular sorulunca onlara uyarıcı gibi algılıyor. Hiç üstünde düşünmüyorsunuz belki bunların. “Yani benim yazarım kimdir?” diye sormuyorsunuz. Bilmiyorum aslında böyle bir soruya pat diye yanıt vermek zor. Ama Tolstroy, Flaubert, Çehov, Stendhal ve Canetti Canetti sahiden benim yazarım, sanki o benmişim gibi geliyor bana.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder