Fransa Kültür Bakanlığı tarafından verilen Chevalier de l’Ordre des Arts et Des Letthes nişanına layık görülen ünlü pop starımızın bu ödülü 1 Kasım gecesi Fransız Sarayı'nda törenle alacağı duyuruldu.
Davetiyeler bir hafta önce misafirlere ulaştı.
Bu olay beraberinde birçok soru pek tabii magazin dünyasının gündemine düştü.
Oturdu diyemiyoruz çünkü olayı doğru olarak kimse yorumlayamıyor.
Kimse ne olduğunu bilmiyor.
Yıldırım çarpması gibi…
Hep bir bilene sorun denir. Biz de bu konuda bilgisine tecrübesine güvendiğimiz inandığımız bir duayen Erkan Özerman'ın kapısını çaldım ve sordum.
Ajda Pekkan ile yıllarca çalışan duayen isim Özerman'dan bu konunun gerçek yüzünü öğrendim...
Okuduğuma göre Paris’in ünlü konser salonu Olympia’da sahneye çıkan ilk Türk sanatçısı olduğu için bu ödüle layık görüldü haberi beni oldukça şaşırttı.
Çünkü Ajda Pekkan Enrico Macias’ın misafir sanatçısı olarak şimdilerde çok moda olan düeti 70’li yıllarda yaptı.
Bir de şarkı söyledi. Bir sanatçıya bu sebepten ödülü kültür bakanlığı bir ödülü herhalde vermeyi düşünmez. Daha başka ciddi veriler arar.
Ne gibi?
Ajda Pekkan’a 70’li yıllarda Fransa’da Philips şirketi bir kontrat hem de önemli bir kontrat vererek onu Paris’e davet etti. Kısa bir müddet için bile olsa Fransa’nın başkentine yerleşti.
Çok ciddi müzik çalışmaları yaptı.
Bunların hepsine birebir şahidim. Elvis Presley’in bestecisi olarak ün yapan Mort Shuman tamamiyle o plağın mesuliyetini üstüne alarak başarılı bir çalışma gerçekleştirdi.
Daha sonra çıkardığı 45’likle o günün şartlarına göre çok iyi bir satış yaptı ve kontratı uzatıldı. Tekrar Fransa’ da plak doldurması için cazip teklifler aldı. Bütün bu çalışmalar içinde Fransız televizyonunda, basınında yer aldı. Müzik çalışmalarının yanı sıra Enrico Macias ile arasındaki hissi yakınlaşma Paris sanat dünyasını allak bullak etti. Günün konusu olarak daima canlı bir şekilde kulislerde dedikodularda bile çok ön plana çıktı. Müzik çalışmaları bakımından ilk defa ünlü bir türk sanatçısının Fransa’da bu denli kabul görmesi ve çalışması beğenildi. Oysa ilk sanatçı Dario Moreno idi. Fransızlar ne yazık ki onu Meksikalı ve İspanyol asıllı kabul ettikleri için onun Türklüğü hiçbir zaman ön plana çıkmadı.
70’li yıllarda bir plak yapıldıysa 40 sene sonra mı bu insanlar ödüle layık gördüler?
Bu 35-40 sene içerisinde bazı olaylar da gözden kaçmış olabilir ama önemliydi. Mesela 1999 yılında Gölcük Depremi’nden sonra Olympia’da bizzat benim organize ettiğim bir konser oldu. Ajda ve Semiramis Pekkan kardeşler bu konsere katıldılar. Çok büyük başarı kazanan bu gecenin sonunda kazanılan paranın çekini teslim etmek için Ajda ve şarkıcı Akın beni arabasıyla İzmit’e götürdü. Biz o çeki sayın valiye teslim ettik ve Maşukiye’ de yıkılan bir okulun yapılması için katkıda bulunduk. O vali daha sonra TC. Emniyet Genel Müdürü oldu.
Fransa basınında Ajda Pekkan’ı hala hatırlayan var mı?
Unutmadılar ki hatırlasınlar. 26 sene önce Akdeniz Müzik Festivali’nde Aspendos’da yapılan galada Dalida’nın adına gerçekleştirilen ve büyük başarı kazanan Akdeniz ülkelerinin katıldığı müzik festivalinde Fransız basını ‘Dalida ödülü’ adında bir sanatçıyı değerlendirmek hatta onurlandırmak adına bir ödül tahsis etti. ‘Prix Dalida’ bu ödülü vermek için France Dimanche Dergisi Genel Yayın Müdürü Kont Philippe de Fontreultx Antalya’ ya geldi ve kendisi açıkladı. Kupayı kazanan sanatçıya sundu. Demek oluyor ki Fransız magazin basınının çok değerli bir temsilcisi son konserini Antalya’ da verdiği için Dalida’ nın adına gerçekleştirilen bu gecede Ajda Pekkan’ a ödülü verdi. Zaman geçince insanlar birçok şeyi unutuyorlar. O zaman bu olay çok önemliydi.
Dalida ve Ajda Pekkan arasında bir benzerlik var mıydı?
Evet. Çok büyük bir benzerlik vardı. Çünkü her ikisi de üne kavuşmuş şarkıları kendi dillerinde okudular. Ajda dünyaca ünlü birçok şarkıyı Türkçe okudu. Aynı şekilde Dalida da dünyaca ünlü birçok şarkıyı Fransızca okudu. Bu çok büyük bir benzerliktir. Zaman zaman onlar için özel besteler yapıldı, beğenildi. Fakat, ününe ün katan olaylar yabancı dildeki ünlü şarkıların ana dillerinde okunmasıydı.
Ajda Pekkan Türkiye’ deki bir çok ödülleri almış bir insan, yurt dışında 70’li yıllarda Türkiye’ yi temsilen festivallere de katıldı ve başarılı dereceler atıldı. Ama son zamanlarda yurtdışından hiç ödül aldı mı?
Geçen sene Türkiye’nin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ve Fransa Kültür Bakanı Mitterand’ın başkanlık yaptığı 40 kişilik Türk ve Fransız elitlerden ki…
Bunlar yaşayan çok ünlü sanatçılar, besteciler, şarkı sözü yazarları, gazete ve televizyon yapımcıları, prodüktörlerden meydana gelen muhteşem bir jüri Dario Moreno ödülünü 40 yıl sonra tekrarlayarak bir Fransız ve de bir Türk sanatçısına verdi.
Bu olay Fransa basınında da yer aldı ve çok anlamlı röportajlar da oldu. 1969 yılında Jacques Brel ve Esin Afşar’ın aldıkları ilk birinci Dario Moreno ödülü 40 yıl sonra tekrar gündeme geldi. Bu büyük jüri Türk olarak Ajda Pekkan’ ı Fransız olarak Enrico Macias’ı seçti.
Sayın Bakan ve Büyükelçi’ nin sunumlarıyla ödül töreni Fransız başkonsolosluğu tiyatro ve sinema salonunda yapıldı. Pek tabii günün önemli bir olayı oldu. Ödülü ilk alan Esin Afşar’ın elinden (maalesef o sene kaybettik) Ajda Pekkan Prix Dario Moreno ödülünü aldı.
Demek ki bu seneler içinde bir takım Fransa ve Türkiye arasındaki olaylarda Ajda Pekkan zaman zaman gündeme gelmiş.
Ajda Pekkan dünyanın en büyük sanatçılarının icra ettikleri herhangi bir sahnede önemli bir yerde hiç sahneye çıkıp bir başarı kazandı mı, dünya çapında ?
Dünyanın en önemli sanatçılarında 30-40 tane ismi arka arkaya sanabiliriz. Frank Sinatra, Michael Jackson, Julio Iglesias, Madonna, Celine Dion, Charles Aznavur… aklınıza kim geliyorsa. En büyükler. Her yıl Temmuz ve Ağustos ayı içerisinde bir gece Monte Carlo’nun Sporting Club’ ünde yer alırlar. 10 yıl kadar önce çok önemli bir olaya orada imza atmıştık. Bu Galatasaray’ın Avrupa şampiyon olduğu sene. Prestige de Turquie (Türkiye’nin Prestiji) adı altında unutulmaz bir gece organize ettik. Bu tamamiyle Monte Carlo’nun bir prodüksiyonuydu. Ajda Pekkan o gece dünya çapında sanatçılara verilen ücret ödendi. Kendi orkestrasıyla konser verdi ve ayakta alkışlandı. Ertesi gün Monte Carlo stadında Galatasaray şampiyonlar şampiyonu olduğu için bizim için unutulmaz, olağanüstü bir hafta sonuydu. Bütün Fransız basına La Diva Ottomana ‘Osmanlı’nın Son Divası’ diye manşet attılar. RTC-Radyo Televizyon Monte Carlo, Ajda Pekkan dökümanteri hazırladı. 40 dakikalık bu program televizyonlarda yayınlandı.
Ajda Pekkan herhalde yanılmıyorum... 50 yıldır bu meslekte zirvedeki yerini koruyan tek Türk sanatçısı. Paris’ te herhangi bir yerde Türkiye ve müzik sanatçı konusu açıldığı zaman herkesin hatırladığı ve sorduğu bir cümle vardır ve ben daima bu soruların karşısında kalmışımdır: Ajda Pekkan ne yapıyor, şarkı söylüyor mu, niye Paris’e gelip bir konser vermiyor. Hiçbir zaman bir insan unutulmamışsa ilk fırsatta hep akıla gelmişse demektir ki çok farklı bir kişiliği var.
Demek ki ödüle layık bir sanatçı.
|
18 Ekim 2013 Cuma
Chevalier de l’Ordre des Arts et Des Letthes Nişanını neden Ajda Pekkan alıyor?
Sanatın “Yetenekli Çocuğu” Suna Kan
Türk sanatının önemli isimlerinden Suna Kan, Design Soul’da Başak Tüysüz’e konuştu. Çocukluğunu, müzik yaşamını, meslek kariyerini her şeyi anlattı. İşte Suna Kan’ın başarılarla dolu hikayesi;
Müzikle ilk tanışmanız nasıl oldu?
Müzikle tanışmama Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası sanatçısı olan babam Nuri Kan ön ayak oldu. Erken yaşta başladım, ama bugün keman çalıyorsam her şeyi O’na borçluyum. Müthiş özverisi vardı. Babamın kemancı olması, benim keman ile tanışmama ve bugüne gelmem de rolü büyüktür.
Çocukluğunuz Ankara’da mı geçti?
1936 yılında Adana’da dünyaya gelmişim. Çocukluğum 1940’lı yıllarda Ankara’nın çok küçük mahallesinde geçti. Oldukça sakar bir çocuktum ve dizlerimin yarasız olduğunu zamanı hiç hatırlamıyorum. O yıllarda bir-iki tane naylon bebeğimin dışında bir oyuncağım yok. Ama doğduğum günden bu yana hep keman sesi duyduğumu biliyorum.
İlk kemanı elinize ne zaman aldınız?
Annem ile babam kendi aralarında konuşmuşlar ve bana gidip küçük bir keman almışlar. Normal kemanın 4’te1 büyüklüğünde, el yapımı gerçek bir kemandı ama normallerinden çok küçüktü. Bütçesinin el verdiğince aldığı iyi bir kemanla çalmaya başladım. Eve geldik babam kulağıma baktı ve sesleri iyi duyduğumu test etti. 13-14 yaşına kadar babamla çalıştım ama o hocam olmadı, hep beni evde hocanın derslerine hazırlayan kişi oldu.
Küçük yaşta kemanla tanışmak zevkli miydi?
Dışarı da çocuklar oynuyor ben evde keman çalışıyorum. Gözümden yaşlar geliyor ancak her gün en az 15 dakika bu dersi çalışmam gerekiyor. O keman hiç bir zaman oyuncak olarak evde olmadı. Her zaman ciddi bir şekilde kutusundan çıkarılıp, sürekli ders olarak çalışılan bir kural haline geldi.
Keman çalmanız ciddiye ne zaman bindi?
Tabi babam hocanın verdiği dersleri kontrol ederek çalıştırması en büyük avantajımdı. Evde birinin keman ve müzik bilmesi çok önemliydi. Piyanoyla müzik yapmak daha zordur. Ben orta düzeyde bile piyano çalamam. Kemanda dört tel ve üzerinde bir kaç tane ses var ve o benim şansım oldu. O günden itibaren daha A-B-C’yi bilmeden, Do,Re, Mi’yi öğrendim ve keman çalmaya başladım. Yeteneğim olduğu başta babam, daha sonra hocalarım tarafından anlaşıldı ve işi ciddiye bindi.
Peki ilk konseri ne zaman verdiniz?
9 yaşımda Ankara Devlet Konservatuarı’nda ilk konserimi verdim. Konser salonunda. Mozart’ın 5. Keman Konçertosunu çaldım. O devirde Ankara’da küçük müzisyenler, daha küçük bir çevre vardı ve dikkat çektim.
Dahi çocuklar böyle mi başladı?
Bir süre sonra İdil’den (İdil Biret), söz edilmeye başlandı. Biz ‘Yetenekli Çocuklar’ olduk. ‘Dahi’ lafını hiç bir zaman kabul etmiyorum. Ben ‘Dahi’ bir tane müzisyen tanıyorum o da ‘Mozart’tır’ ‘Yetenek var, üstün yetenek var.’ Ben yetenekliydim ama “dahi” olamadım.
Eğitim hayatınız nasıl geçti?
12 yaşında Türkiye’de ilkokula gittim. Daha sonra Fransa’ya gönderildik, Paris’te bir kaç ay içinde devlet konservatuvarına sınavla girdim ve yüksek bölüme kabul edildim. 15 yaşında birincilikle mezun oldum.
Fransızcayı kolay öğrendiniz mi?
Fransızca “evet-hayır” demesini bilmiyordum ve Paris’te ilk işimiz Fransızcayı öğrenmek oldu. Farkına olmadan çocukluğun verdiği avantajla öğrendim ve sonra gramer filan geliştirdim. 15 yaşında diplomayı aldım ancak duvara asmadım.
Duvara asmış olsaydınız ne olurdu?
Eğer asmış olsaydım her halde örgü örüyor olacaktım. Diplomamı aldıktan sonra 5-6 yıl daha Fransa’da kaldım. Hem hocamla çalışmaya devam ettim, hem de konservatuvardaki arkadaşlarımı gördüm. İnsan iyiden de, kötüden de bir şeyler öğreniyor.
Uluslararası yarışmalardaki başarılarınızdan da söz eder misiniz?
Sonra uluslararası yarışmalara katıldım. Cenevre Yarışması birincilik madalyasını (1954), Viotti Yarışması birincilik ödülünü (1955) , Münih Yarışması İkincilik ödülünü (1956), Long-Thibaud Yarışması Paris Kenti ödülünü (1957) kazandım. Bu yarışmalarda İngiltere’den, Fransa’dan, dünyanın her yerinden gelen kimisi iyi, kimisi kötü, kimisi sizden iyi, kimisi sizden kötü olunca sana çok şey katığını fark ettim.
Kemanınızla arkadaş mısınız?
Kemanım oldukça eski bir kemandır. 1952 yılından bu yana beraberim. Fizik olarak kolumun uzantısı gibidir. Nereye gidersem götürüyorum. Kimseye taşıtmıyorum. Eğer birine verirsem, taşıtırsam düşer ve kırılırsa hayatım söner. O bana ait bir şey! 1952’den bu yana hep beraberiz, hesaplarsanız bu çok uzun bir zaman! Bu kadar uzun zaman ne annemle, ne babamla, ne çocuklarım ve eşlerimle yaşadım. En uzun kemanımla yaşadım.
Klasik müzik her zaman ayrıcalıklı mıdır, neden geniş toplumların kabul gördüğü bir sanat dalı değildir?
Klasik müziğin mümkün olduğu kadar çoğalması ve tanıtılması lazımdır. Ama klasik müziğe bakış dünyanın her yerinde, her asırda ayrıcalıklı olmuştur. Hiç bir zaman yüzde 100 halka dağılmamıştır. Almanya, Fransa ya da Rusya’da Türkiye’den daha fazla ilgi duyan insanlar var ama oralarda da her zaman yüzde 100 toplumda kabul gördüğünü söyleyemeyiz. Keman çalanlar hayatlarında hiç bir zaman Elvis Presley kadar popüler olmadı ve para kazanmadı.
Klasik müziği geniş kitlelere nasıl sevdireceğiz?
Bir defa çok sesli müziği anlıyorum ya da anlamıyorum diye bir şey yok. Alışmak var. Bir yemeği ilk kez yiyorsanız sevmeye bilirsiniz ama bir püf noktası vardır ve size o yemek çok güzel de gelebilir. Radyoda klasik müzik duyduğunuzda hemen kalkıp kapatmayın dinleyin belki alışkanlık olur. Genç hanımsanız ve erkek arkadaşısınız ya da tam tersi içinde geçerli mutlaka onunla konsere gidin. Bazen çocuklarlar “konsere gitmiyoruz anlamıyoruz” diyorlar. Anlama kuralı yok, alışma kuralı var. Şu ya da bu çalgıyı deneyenleri de, hep çalışmaları ve inat etmeleri gerekir.
Peki Türk Klasik Müziği yani Dede Efendi hakkındaki düşünceleriniz nedir?
Sanat Müziği konusunda hiç bir bilgim yok. Bu konuda beni çok gaddarca eleştiriyorlar. Ben elbette Türküm ve bu ülkenin değerlerine saygım sonsuz. Lütfen şöyle düşünün, ben sizi tanıyorum ancak çocukluğunuzu ve ailenizi bilmiyorum. Ya da çocukken evinizde anneanneniz Dede Efendi dinler ve o hatıra olarak belleğinizde yer eder. Benim öyle bir şeyim hiç olmadı. Babam Alaturka müzik hiç dinlemezdi. Annem severdi ancak o devirlerde beyin sözünden çıkılmadığı için dinlemezdi. 12 yaşında Fransa’ya gittim 57-58 yılında Türkiye’ye döndüm. Merak edipte Dede Efendi’yi incelemedim. Klasik Türk Müziğini inceleme fırsatım olmadı. Hayat çarkına girdim. Dede Efendi’nin ismini biliyorum saygı da duyuyorum ve bilmediğim bir konu hakkında konuşmak ve yorum yapmak istemiyorum. Benim söylediğim budur. Bu değeri ret ediyorum demek değildir. Dede Efendi’yi bilmesem de olur. Dünya da bir sürü bilmediğim güzellikler var Dede Efendi’de onlardan biridir.
Oysa Türk bestekarlardan müzikler çalıyorsunuz.
Evet çok haklısınız. Kaldı ki Ulvi Cemal Erkin, Adnan Saygun’un Anadolu müziklerini hep çalmışımdır. Klasik Türk Müziğini bilmiyorum ama folkloru severim, Türküleri çok severim. Tek sesli çalınan eski Türk Müziklerinin çok sesli çalınması da bence hoş değil. Rembrandt’ın resminin bir köşesinin karanlık olduğunu düşünüp aydınlatmak gibi bir şey!
Her gün keman çalıyor musunuz?
Profesyonel olarak 60 senedir konser vererek bugüne geldim ve hala çalışıyorum. Her gün çalışıyorum, bu eserleri sayısını bilmediğim kadar hep çalmışımdır. Futbolcular antrenman yapmadan maça çıkıyorlar mı? Aslında her meslekte çalışmak lazım. Önce beynim ve sonra parmaklarım çalışması bana yetiyor ve bundan çok mutluyum.
Eşinizin ölüm haberini aldınız ve sahneye çıktınız. O an neler hissettiniz?
24 Nisan 2006 yılıydı. O konser benim için çok özel ve zor bir konserdi. Konseri organize eden arkadaşlarım “iptal edelim” dediler. Yine menajerim Panoyot Abacı’da iptal edilmesini söyledi. Ben hepsine “Hayır” dedim. Oysa hem çalmak ve hemde Atilla’yı düşünmek çok zordu. Kimsenin bir suçu yokken neden iptal edeceğiz. Ve ben oradan müzik yapmak için gelmişim, ağlayacak halim yoktu. Arada çok ağladım ama konseri vermem lazımdı. Kaldı ki benim için unutulmaz bir konser oldu.
Siz anlatırken ben duygulandım...
Duygulu bir durum çünkü.
Röportajı izlemek isteyenler için; http://www.youtube.com/watch?v=Ljqq_adm5wo
RÖPORTAJ: Başak Tüysüz
Cern’de neler oldu, neler oluyor ve neler olacak?
Türkiye’de boya sektörünün lideri Filli Boya, İsviçre’nin Cenevre kentinde bulunan “CERN Laboratuvarlarına” özel bir basın gezisi düzenledi. Renklerin bilimsel oluşumunun konu alındığı bu gezi kapsamında, Türk gazetecilere İstanbul Teknik Üniversitesi’nin CERN’de araştırma yapması için görevlendirdiği bilim adamı Doç. Dr. Kerem Cankoçak ve öğrencisi Sercan Şen refakat etti.
Gezi kapsamında ilk olarak Cenevre’deki CERN Avrupa Parçacık Fiziği Laboratuvarı’nda deney aşamasında olan çarpıştırıcı gezildi. Yerin 100 metre altında olan ve yapılan deneylerle tüm dünyanın ilgisini çeken bu çalışma, gazetecilerin ilgi odağı oldu. Deney ve yapılan çalışma hakkında ayrıntılı bilgi verildi. CERN’de yapılan araştırmaların dünya insanlığı için önemine değinen Cankoçak, bilim merkezinin tarihçesini anlattı.
Gezi kapsamında Volkan Yüksel’in sorularını yanıtlayan Kerem Cankoçak, Cern ve yapılan deneyler hakkında bilgi verdi;
CERN’in kuruluşu ve neler yaptığını bize anlatır mısınız?
CERN'in açılımı “Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire” yani “Avrupa Nükleer Araştırma Konseyi” (İngilizcesi: European Organization for Nuclear Research). 1952'de geçici bir statüde kurulup, 1954' de resmiyet kazanmıştır. O yıllardaki fizik bilgisi atomun ancak çekirdeğini kapsadığından CERN'in isminde nükleer geçmektedir. Aslında CERN dünyanın en büyük Parçacık Fiziği laboratuvarıdır. Bugün artık maddenin temel yapı taşları ve onlar üzerine etki eden kuvvetler hakkındaki bilgimiz atom çekirdeğinin çok daha derinine inmektedir.
CERN’e üyelik hakkında bilgi verir misiniz?
Üye ülkeler CERN'e dogrudan katkıda bulunurken, Konsey'de temsil edilmekte ve alınan bütün kararlarda söz sahibi olmaktadırlar. Gözlemci ülkeler Konseye katılırlar ama oy hakları bulunmaz. CERN’deki deneylere ayrıca üye olunur. CERN’e üyelikle deneylere üyelik farklı şeylerdir. Örneğin Türkiye CERN’deki birçok farklı deneye üyedir ve aktif olarak Türk fizikçiler bu deneylerde çalışmaktadırlar. Dünyanın her köşesinden 580 enstitü ve üniversite (85 ülke) CERN'deki olanaklardan yararlanmaktadır. CERN'in bütçesinin büyük bölümü LHC gibi yeni araştırma olanaklarının yapımına gitmektedir. Deneylere ise kısmi olarak katkıda bulunmaktadır. Türkiye ise gözlemci ülke statüsündedir. Tam üyeliği yoktur. Asosiye üye olma aşamasındadır ve buna göre yıllık 3,5 milyon İsviçre Frangı kadar ihale ve çalışmalara katılma hakkı kazanacaktır.
CERN’de geçmişte bir çok başarı sağlanmıştır bunları hatırlamak gerekirse hangileridir?
CERN’de yürütülen araştırmalarının esas amacının maddenin yapısını ve maddeyi bir arada tutan kuvvetleri anlamaktır. CERN, temel bilim araştırmalarının yanında, yarının teknolojilerini geliştirmekte de çok önemli bir rol oynar. World Wild Web yani “www” keşfinden, tıpta kullanılan tomografi ve terapi cihazlarının geliştirilmesine kadar bir çok teknolojik alanda CERN, öncü bir rol üstlenmiştir.
CERN Deneyleri neden bir süredir dünya kamuoyunun gündeminde?
CERN deneyleri uzun zamandır kamuoyu gündeminde. Bunun en önemli nedenlerinden birisi de herhalde medyada kullanılan ismi: Büyük patlama deneyleri. İşin içinde patlama gibi kavramlar olunca, ister istemez kamuoyunun dikkatini çekiyor. Her ne kadar bu patlama 13.7 milyar yıl önce gerçekleşmiş olsa da (aslında o da bir patlama değildi ama konumuz açısından önemi yok), medyada “patlama deneyleri” olarak ün yapan LHC bir çok yanlış anlaşılmaların hedefi oldu. Bunun yanı sıra bir de “kara delik” olgusu da insanların ilgisini çekti. İşte bu
Peki bu büyük Hadron Çarpıştıcısı nedir?
Yüzyılın deneyi: LHC (Büyük Hadron Çarpıştırıcısı) Fransa-İsviçre sınırında, yerin 100 metre altından geçen 27 kilometre uzunluğundaki tünele inşa edilen LHC (Büyük Hadron Çarpıştırıcısı) Aralık 2009 tarihinde proton çarpışmalarına başladı. Hızlandırıcının üzerindeki her biri birkaç katlı apartman büyüklüğündeki 4 detektör de, yıllar süren hazırlıklardan sonra veri toplamaya başladılar. CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Konseyi) laboratuvarında yer alan bu deneyler CMS, ATLAS, LHCB ve ALICE olarak isimlendirilmişlerdir.
Bu patlamayla ne ortaya çıkacak?
Protonların 14 TeV (Tera elektron volt ya da trilyon elektron volt) merkezi enerjisinde çarpışacakları bu deneyler, araştırmacılara evrenin ilk zamanlarını anlama imkanı vereceklerdir. LHC hızlandırıcısında her biri 7 TeV enerjiye sahip olan ve 27 kilometrelik dairesel tünel içinde ışık hızına çok yakın hızlarda yol alan protonlar kafa kafaya çarpışarak 14 TeV' luk merkezi enerji meydana getirecek ve böylelikle atom altı dünyasının şimdiye kadar göremediğimiz bölgelerini inceleme olanağı sağlayacaklardır. Bu bölgedeki enerji yoğunluğu, evrenin başlangıcındaki Big Bang (Büyük Patlama) koşullarına yakın olduğundan dolayı, basında LHC deneyleri “Big Bang” deneyleri adıyla da adlandırılmaktadır.
Ortaya çıkan enerji çok büyük mü?
Ancak mutlak anlamda üretilen enerji bir kibrit ateşi kadar bile değildir. Bu deneylerin temel amacını, Parçacık Fiziğinde varılan son nokta olan Standart Model adını verdiğimiz teorinin yanıtlayamadığı sorulara yanıt bulmak diye özetleyebiliriz. Standart Model bize maddenin yapı taşlarının nasıl davrandığını ve birbirleriyle nasıl etkileştiklerini açıklamakta ama bunların nedenleri hakkında bilgi vermemektedir. LHC deneyleri ile, bunların nedenlerini öğrenmeyi hedeflemekteyiz. Her ne kadar bir çok deneyle desteklenen Standart Model içinde yaşadığımız evrende neler olduğunu bize çok güzel bir şekilde açıklasa da, ortada yanıtlanmamış bazı sorular bulunmaktadır.
Çalışmada daha neler yer alacak?
Standart Model için gerekli olan bir parçacık (ki buna Higgs parçacığı diyoruz) henüz keşfedilmemiştir. Standart Modele göre, maddenin yapı taşları olan temel parçacıklar altı lepton, altı kuark ve bunlar arasındaki temel etkileşmeleri gerçekleştiren
aracı parçacıklardır. Bu modele göre, parçacıkların kütlelerinin nerden geldiklerini açıklayabilmek için Higgs alanı adı verdiğimiz ve henüz keşfedilmemiş bir temeletkileşim alanına ihtiyaç duyulmaktadır. Dolayısıyla Higgs parçacığının var olup olmadığı sorusunun yanıtlanması Standart Model açısından son derece önemlidir. CMS
deneyi ve diğer LHC deneyleri, öncelikle Higgs parçacığını aramak ve böyle bir parçacık varsa bunun kütlesini ve diğer özelliklerini ölçmeyi amaçlamaktadır. Öte yandan, LHC deneylerinin diğer amaçlarından birisi de SM'in ötesinde bir model olan Süpersimetri modelini sınamaktır.
Filli Boya’nın CERN’e yaptığı basın gezisinin ana temel noktası “renklerin nasıl oluştuğuna” dair nasıl bir oluşum var?
Renk, ışığın göz sinirlerimizde yarattığı sinyallerin beyin tarafından işlenmesi ile zihnimizde ortaya çıkan bir iç yaşantılamadır. Demek ki renk olayının temelde iki boyutu var: Fizik yasalarına bağlı olarak ışığın karakteri ve nörolojik boyutu. Renk konusunda ilk bilimsel çalışmaları Isaac Newton 1704’lerde gerçekleştirdi. Beyaz ışığı prizmaya tutarak renklerin ayrıştığını gözlemleyen Newton, renk olgusunun ışığın farklı biçimleri olduğunu ilk defa ortaya koymuş oldu.
Newton bu çalışmayı ispatlayamamıştı sanırım.
Newton, bunu parçacık teorisiyle açıklamaya çalışır, her parçacığın maddeyi geçerken ki hızının farklı olduğunu belirtir. Fakat o dönemin koşullarında ışığın parçacıklardan oluştuğunu ispatlayamadığı için teorisi çöker. Hemen ardından gelen bilim adamları ışığın dalga modelini kururlar ve prizmada renklerin farklı dalga boyları olduğu için renklerin oluştuğunu ortaya atarlar.
Tüm bu çalışmalar ne zaman oluyor?
20. yy’da. 20 yy’a kadar ışığın gözlemlenen çoğu davranışı dalga modeliyle açıklanabilir. Ama 20. yüzyılın başında Kuantum fiziğnin ortaya çıkmasıyla, ışığın doğası hakkında yeni şeyler öğrenildi. 1900 yılında Max Planck o zamana kadar anlaşılamayan ‘kara cisim’ ışımasını yeni bir kuramla açıklar; Işığın, Kuamtum adını verdiği enerji paketleri halinde geldiğini öne sürerek, klasik fiziğin açıklayamadığı bir olguyu aydınlatmış olur.
Enistein’ın önemi nedir?
Oysa 1905’te Enistein başka bir olguyu foto elektrik etkiyi açıklayarak, ışığın parçacıklardan olduğunu kanıtlayarak, Newton’u da bir anlamda doğrulamış olur. Günümüz fiziğinde ışık, dalga gibi davranan bir parçacıktır. Bugün artık ışığın, kuantize olmuş enerji paketleri olduğunu ve farklı frekanslarda geldiğini biliyoruz. Her bir farklı frekanstaki fotonlar, göz sinirlerimizde farklı sinyallere neden olur.
Renkler kuantum fiziliği ile bağlantılı mıdır?
Işık ayrıca kuvvet taşıyıcı bir parçacıktır. Diğer bir değişle, evrenin dört temel kuvvetinden biri olan elektromanyetik kuvvetin değiş-tokuş parçacığıdır. İşte CERN’de yapılan deneyler bu temel kuvvetlerin doğasını anlatmaya yöneliktir. Diğer yandan 20. yy.’daki gelişmeler ışığın madde ile etkileşimini anlamamızı sağlayarak, atomun yapısını kavradıkça ışığın soğurulması ve yayınlanması gibi olguların nedenlerini keşfedilmesine yol açtı. Rengin fiziği, ışığın atomlar tarafından soğurulması ve yayınlanması ile ilişkilidir. Bu olgunun doğası ancak kuantum fiziği ile açıklanabilir.
Renk nedir?
Öte yandan renk olgusunun bir de nörolojik bir yanı vardır. Renk, ışığın göz sinirlerimizde yarattığı sinyallerin beyin tarafından işlenmesi ile zihnimize ortaya çıkan bir iç yaşantılamadır. Gözün retinasında üç farklı tip renge duyarlı hücre veya koni bulunur ve bunların her biri ışığın farklı bir dalga boyuna duyarlıdır. Renkler, 3 boyutlu bir ‘renk duyumu uzayı’ içindeki konumlarına göre beynimizde vektörel olarak belirlenir. Örneğin ‘turuncu’, bir biçimde kırmızı ve sarı arasında yer alır. Renk duyumları bu yolla temsil edildiğinde, turuncu duyumu gerçekten de diğer iki duyum türü arasındadır.
Sesleri görebilir miyiz?
Beynimizde duyu nöronları bulunmaktadır ve bu nöronlar özel duyu organlarından gelen bilgiye cevap verir. Örneğin görsel korteks nöronları en çok gözlerden gelen sinyallere duyarlıdır. Ancak bu özelleştirme katı değildi. Görsel nöronların en güçlü olarak sesin eşlik ettiği zayıf ışık sinyallerine cevap verdiği bulunmuştur. Bu da görsel nöronların gözlerden gelen bilgiyle olduğu kadar kulaklardan gelen bilgiyle de aktive olduğunu gösterir. Diğer bir deyişle sesleri de görebiliriz.
İnsan kaç tane renk ayırt edebilir?
Teorik olarak insanın görsel sistemi milyonlarca rengi ayırt edebilir, fakat uygulamada gördüğümüz renklerin sayısı görmeyi öğrenip öğrenmediğimize göre belirlenir. Bütün olası renklerin olduğu bir küre gösterildiğinde insanlar ayırt edici isimlere sahip renkleri kolayca fark edebilir. Fakat aynı isimli renk altındaki farklı tonların gösterildiği bir kürede, genellikle farklılıkları görmekte zorlanır. Farklı kültürlerden gelen insanların farklı renkler algıladıkları da deneylerle sabittir.
Adalet Ağaoğlu kitaplarını Adalet Ağaoğlu anlatıyor...
Türk Edebiyatının yaşayan en önemli yazarı, bayrak olmuş simgesi; Adalet Ağaoğlu.
Oyunları, romanları, öykü ve denemeleriyle tam 65 yıldır yazıyor ve 65 yıldır yazdığı her satır milyonlar tarafından ilgiyle okunup, kitapları başucu yapılıyor.
“Ölmeye Yatmak”, “Fikrimin İnce Gülü”, “Romantik Bir Viyana Yazı ” gibi çok satan sayısız kitabın yazarı, “Aysel, Bayram, Kamil Kaya” gibi hayatımızın bir parçası olan roman karakterlerinin yaratıcısıdır.
65 yılın fırtınasını, rüzgarını, kışını, yazını, yani hayatını Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan “Adalet Ağaoğlu Araştırma Odası’nda” topladı ve kendi hakkında araştırma yapmak isteyenlere açtı.
Romanlarını nasıl yazdığını, nelere dikkat ettiğini, notlarını, ödüllerini, kişisel eşya ve dokümanlarını her şeyi bu merkezde gençlerle paylaşma kararı aldı.
Röportaj için sözleştiğimizde ilk önce “eve gelin” sonra da “İsterseniz Boğaziçi’nde buluşalım orada anlatacak çok şeyim var”dedi ve bizi merkezine davet etti. Ağaoğlu ile hem eski günlerini, yazarlığın ilk yıllarını, hem de neler yaptığını yazılı ve görüntülü öğrendik.
Röportajın IPad ve Andorid cihazlarda yayınlanacağını öğrenince bu girişin son noktasını yine usta yazar koydu;
“Romanlarını elle kağıda yazan bir yazar olar, teknolojik dergiye röportaj yapmak, yaşımın bana hediyesi olsa gerek...”
Volkan YÜKSEL
Ne zaman doğdunuz?
23 Ekim 1929’da Nallıhan’da doğmuşum. Çocukluğum ilkokulu bitirinceye kadar, burada geçti. Üç erkek kardeşimden büyüğü, abim Dr. Cazip Sümer, Kumburgaz’da yürürken bir trafik terörü saldırısına uğrayarak 1975 yılında öldü. Benden iki yıl önce ilkokulu bitirmiş, Nallıhan’da ortaokul olmadığından Bursa’ya yatılı gönderilmişti. Kardeşlerimin içinde en sadık arkadaşım Ayhan, daha ilkokulu bitirmeden 1938’de gidip Ankara’ya yerleştik. Abim’de oraya geldi.
Adalet nasıl bir çocuktu?
Söylendiğine göre öyle ağlayıp sızlayan, istediğini gözyaşlarıyla, zırıltı patırtıyla alan bir çocuk değilmişim. Annem “Daha bebekken içine içine ağlardın” demişti. “Sesin soluğun çıkmazdı, ama morardıkça morarırdın, ölüyorsun sanırdım, korkardım...” Acınmak en istemediğim şeydir. Çocukken öyle hastalık filan neydi bilmem. Sıtma olmadım.
1938’in Ankara’sı nasıldı?
Babam kumaş tüccarıydı. Nallıhan-İstanbul arası kış kıyamet, Eskişehir ya da Arifiye tren istasyonlarına kadar nasıl at sırtında gelip gelmişse, bu sefer 160 km’lik yolu 8 saatte alabilen döküntü bir otobüsle Ankara-Narlıhan arası gidip gelmeye başladı. Ankara’ya göçtüğümüzde başkentte ev kıtlığı varmış. Eski Ankara evleri, onlar da oda oda kiraya veriliyormuş. Çocuklu ailelere ev büsbütün “yok”. Babam, “Ankara’ya ilk oturacağımız evi ararken çok kötü olmuştum” diye anlattığını hatırlıyorum. Ev sahibi “memur musunuz?” diye soruyor, olmadığını öğrenince “kaç çocuklusunuz?” diyerek kuşkuyla bakıyordu yüzüme “dört der demez, kapı suratıma kapanıyordu” diye anlatıyor babam.
Babanız Kurtuluş Savaşı gazisi miydi?
Evet! Babam ki, Kurtuluş Savaşı madalyası taşımakta, İsmet İnönü’yü gizlice Bolu’nun oralardan Ankara’ya götüren askerlerden biri olduğunun unutulmamasını hiç istememekte; ancak hayat...
Peki babanız bir ev buldu mu?
Okullar tatil olur olmaz başkenttin en yeni mahallerinden Meşrutiyet Caddesi ile Selanik Caddesi’nin keşiştiği yerdeki Hatay Sokağı’nda bir İtalyan mimar tarafından yapılan apartmana taşındık. Buraya taşındıktan sonra ben ortaokul birinci sınıftayken Atatürk ölmüştü; anneler-babalar, bütün öğretmen ve öğrenciler Gar, Ankara Palas, TBMM arasına gözyaşları içinde sıralanmış, Ata’nın naaşının geçirilişine bakmıştık. Apartmanda RCA marka bir radyomuz vardı, alınan ilk haber de 2. Dünya Savaşı oldu.
Yazmaya ne zaman başladınız?
Ortaokulda böyle bir şey yoktu. Her çocuk elimdeki kağıda resimler yapar, bir şeyler çizer. Mesela ber ilkokulda resim yapıp yapmadığımı hatırlamıyorum ama ortaokulda yaptım. Yazma isteği ise lise de başladı. Ve yazdım, yazdım yazdım...
Lise de sizi yazmaya iten güç neydi?
Sözün değerini, lisedeyken izlediğim şiir matinelerinde öğrendim, tabii el altından arkadaşlarla gizlice el yazısıyla birbirimize ulaştırdığımız Nazım Hikmet şiirlerinden. Orhan Veli’nin sokak dilini şiirde ustalıkla kullanması yazında dil meselesine gözlerimin en iyi açıldığı zaman... Açıldı da ne oldu? Fakültenin ilk yıllarında Ulus’un akşam haberlerine yazdığım her şey berbat. Ama “Gölgeler 1”, “Gölgeler 2” şiirlerim ancak beni şefkatle gülümsetebilecek kadar kötüydü.
Roman?
Lisedeyken her gece bir roman yazardım. Ertesi gün “teneffüste” Leman, Sevim ve Fahire tefrika romana koşar gibi merakla “Ne yazdın, dün gece ne yazdın?” diye hoplayıp zıplamaya başlarlar, ben de okurdum onlara, biter bitmez yırtardım bunları. Bir tanesini, işte o sarı defterlerden birini, arkadaşlarımdan biri kapıp kaçtı. Radyoevine sınavla girip işe başladığım yıl 1951’de getirip verdi. Çünkü kendisi de radyoda spikerdi. Bir de fakültede yazdığım, bitirmeden bıraktığım bir acemilik romanı var elimde.
Oyunlar yazdığınız ve bu oyunların çok başarılı olduğu bir dönemde romana yöneldiniz.
Oyun yazarlığımın bana yetmezliği oldu. Bu türden bende açtığı bazı “yara”lar da var tabii. Edebiyat yazarlığının yalnızlığımı yaşamak demeye geliyor benim için. Yazarken kendimi daha bütün hissediyorum. Tiyatroların içinde yuvarlandığı sistem, oyun yazarlığının düşünce, yaratı, özgürlüklerini, yeni arayışlarını yüklenebilecek özgürlük aşamasında değiliz henüz. Tiyatro toplu yapılan bir çalışma. İzleyiciye sununcaya kadar, yazarın oyunu çeşitli ellerden geçe geçe canlanıyor. Edebiyatta, romanda yaratırken tek başınasınız. Üstelik, tiyatro bir tek yazar belası yüzünden batar. Bu da daha baştan, yazarın kontrol altına alınması demeye gelebilir. Ne yaparsınız, tiyatro sahnesinde bir oyunun haftada 16 basım yapma olanağı yok.
Ölmeye Yatmak adlı romanınızın doğuş öyküsünü öğrenebilir miyiz?
1968’de Ankara’da Anayasa yürüyüşü yapılıyordu. Ben de TRT’de memurum o zaman. İki kere girdim ve çıktım TRT’ye. 1969’da ayrıldım, üç ay içinde tekrar girdim. Sonra 70’te tekrar ayrıldım. Neyse... Bir memurun aslında muhalif bir yürüyüşe katılması yasaktı. Profesörler, öğrenciler anayasa yürüyüşü yapıyorlar, ben de katıldım, yürüyoruz. Ben işte o ana, “Ölmeye Yatmak’ın” karnıma düştüğünü zaman diyebilirim. Bir kırılma noktasının, bir dönüşüm işaretinin bilinçe çıkma zamanı. Çünkü biz yürüyoruz, Atatürk Bulvarı’nda, iki tarafa halk, hiçbir şey söylemiyor, öylece bakıyor. Bu romanın içinde kafamda böyle uç verdiğini çok iyi hatırlıyorum.
Ölmeye Yatmak’taki Doçent Aysel karakteri bu düşüncelerle doğdu demek?
Neden orada başrolü Aysel’e verdim? Neden Aysel’i otel odasına gönderip de ona böyle bir hesaplaşma işlevi yükledim? Her ilk roman biraz da otobiyografiktir, derler. Belki bundan, kadın olmamdan dolayı bu seçimi yaptım. Ama benim için asıl seçim Cumhuriyet kuşağının kendinden sonra gelen 68 kuşağının altına düşmüş olmasıydı.
Peki “Romantik Bir Viyana Yazı” üzerine konuşalım. Çok yalın bir anlatım var.
Aslında “Ölmeye Yatmak”tan sonraki romanlarımda da, çarpışma anından hareketle yola çıktım. “Romantik Bir Viyana Yazı’nda” yazar olan kahramanın yani romanın içindeki, romanını yazmak isteyen yazarın, iki yeğeni Londra’da, Hyde Park’ın yanında koşup giderken, kahraman da bir taraftan Barok, bir taraftan Itri diye adımlar atıyor onlara yetişmek için, o anda kruvaze ceketli bir hayal görüyor, bir şey görüyor. Bir beliren, bir silinen kruvaze ceketli hayal. İşte, hızla yavaşlığın çarpışma anının romanı bu. Verili resmi tarihten sıyrılmak yoluna çıkmış “Hayalci Hoca” nın hız zamanıyla yüzleşmesi... Biri kaybolurken öteki yazarlaşıyor belki. Roman yazmayı seviyorum, roman yazıyorum. Roman ölsün istemiyorum. “Her acının bir çaresi vardır” derler ya, ben de buna böyle çare aramak yoluna girdim. Kendini bir türlü yazdırtmayan roman da parçalanmış bilincin göstergesi. Bir türlü kendini yazdırmıyor roman. Yazar kahraman var orada ama yazdırtmıyor roman. Emekli tarih öğretmeni de, besbelli klasiğin değişime mecburiyetini ifade ediyor.
Sevdiğiniz yazarlar hangileri?
İnsan bazen, kendi kendine oturup, “Dünyanın kitabını okudum, ne kaldı bende yahu” diye bir soru soruyor; ya da bu tür sorular sorulunca onlara uyarıcı gibi algılıyor. Hiç üstünde düşünmüyorsunuz belki bunların. “Yani benim yazarım kimdir?” diye sormuyorsunuz. Bilmiyorum aslında böyle bir soruya pat diye yanıt vermek zor. Ama Tolstroy, Flaubert, Çehov, Stendhal ve Canetti Canetti sahiden benim yazarım, sanki o benmişim gibi geliyor bana.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)